13 Aralık 2017 Çarşamba

Gitgide Artan Hoş Olmayan Durumlar

GİTGİDE ARTAN HOŞ OLMAYAN DURUMLAR
Güngör Bebek’in derlediği Hekimhan ile ilgili yerel söz ve deyimlerin toplandığı “Hekimhanca” kitabının ikinci baskısını matbaaya verdikten sonra “Yenilenen Köy Ballıkaya” çalışmamı düzenlemeye karar verince bir süre dosya ile ilgilendim. Bazı dosyalara da göz attım, derken saat 17.00’de Kızılay’da, Atatürk Bulvarı'nda Güven Park karşısında indim.
Otobüs duraklarından birinde tek başına oturan bir adam vardı. Bir doksan boylarında iriyarı, hep yere bakıyordu. Karton kutuları katlamış üzerine oturmuş, ayakları altına ve arkasına da koymuştu. Ayaklarına gazete sarmıştı ama bilekleri ile dizi arası maviküf rengine dönüşen bir biçimde görünüyordu. Tek başına bir durağı işgal etmiş, yolcular durağın kenarlarında bekliyordu. Bacaklarındaki mavi lekeleri görünce “zehirlenme mi yaşamış acaba?” diye düşündüm.
Bu adamı aylardır aynı çevrede görüyorum. Kar yağışlarında ve yağmurun şiddetli yağdığı zamanlarda da gördüm. Ayakları çıplak, kaldırıp indirerek aynı çevrede dönüp duruyordu.
Acaba “devlet” denen kurumun hiçbir görevlisi görmüyor muydu? Otobüs durağını işgal etmesini, kangren olma durumuna gelmiş bacaklarını nasıl kimse görmezdi? Hiç kimsenin aklına hastaneye yatırmak, tedavi ettirmek gibi bir düşünce gelmemiş miydi acaba?
Yalnızca bu adam mı?
Hemen ileride gökdelen var, önünde çok kez rastlıyorum; yere uzanmış beyazlar içinde genç bir adam ve başında bir kadın. Kadın elini uzatıp merhamet sözcükleri ile dileniyor. Hasta imiş! Sağlam insanların hasta olduğu ortamda nasıl oluyorsa “hasta” dediği adam bu kışta kıyamette orada yatabiliyor…
Bir başka konu da yine Kızılay’da yer altı treni giriş çıkışlarında özellikle de merdiven başlarında kâğıt peçete, kalem ve benzeri şeyleri satmaya çalışanlara rastlıyoruz. Dikkat etmezseniz burnunuzun ya da gözünüzün dibine sokulanlardan dolayı tepetaklak gidebilirsiniz.

Bir başkası…
Karlı kışlı soğuklarda eliyle ittiği tekerlekli sandalyesi ile iki bacağı engelli olan kişi kış ortamlarında otobüs duraklarında kalabalıkların içine karışıyor, “Allah rızası için” diyerek “para” dileniyor.
Giyimli ve sağlam insanlar üşürken bunlar nasıl üşümüyor?
Karlı buzlu bir kış gününde Milli Piyangonun karşısında dizkapağından aşağısı çıplak adamı dilenirken gördüğümde bu soruyu birilerine sordum. Bazıları merhem türü bir ilaç sürdüklerini söyledi. Bazıları tiroit bezinin çok çalışmasına bağladı. Bazıları da uyuşturucu kullandıklarını söyledi.
Bunların yanında Suriye göçmenlerinin acıklı durumu da göz önünde… Hemen her yerde sokak başlarında, caddelerde yerlere serilmiş kadınlar ve çocuklar ağırlıklı dilenenler… Hele de çocukların durumu içler acısı, ne bulurlarsa alıyorlar, yiyecek ise yiyorlar, toza toprağa beleniyorlar. Bazen çaresizliğimden ağlamak istiyorum bunları gördükçe, tıkanıyorum, ağlayamıyorum.
Öyle ya da böyle devletin toplumsal görevlerinden biri de yurttaşlarını sağlıklı yaşatmaktır. Göçmenler de gelmişse ve kabul edilmişse onların da insan gibi yaşaması için çaba gösterilmelidir.
Belki birileri her şeye baktıkları gibi yazdıklarıma da at gözlüğü ile bakacak, Ramazan ayına bağlayacaktır. Oysa ilgisi yok, çünkü on beş yıldır kış dönemi Ankara’da yaşıyorum, bu anlattıklarım gitgide artan ve de hoş olmayan durumlar. Durup düşününce yine birilerini öne sürdüğü pek çok şeyin gerçek olmadığını, işlerin pek de iyiye gitmediğini görüyoruz…


(2016 Haziranı ortalarında yazmıştım, ancak konular güncelliğini koruyor).

24 Kasım 2017 Cuma

Öğretmenler Günü Anımsatıyor

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ANIMSATIYOR
Urfa, 1972













Öğretmenler Günü anımsatıyor...
1972 yılı yaz döneminde Akçadağ İlköğretmen Okulunu bitirdim.
Urfa Merkez, Öğretmenliğe başladığım zaman, 1972...
İlk görevim Yetiştirme Yurdu Öğretmenliği
O zamanlar bir şiir yazmıştım kendimce...

Mesleğim

Malatya’ya bağlı Hekimhan ilçesinin
Ballıkaya köyünden Hasan oğlu
Süleyman Özerol
Sekiz yüz yetmiş lira maaşlı
Dokuz yıl mecburi hizmetli
Bir öğretmenim
Önemsenmeyen, hor görülen
Kutsal meslektenim...


Urfa, 12 Kasım 1972

Daha sonra şiiri özleştirerek aşağıdaki biçime dönüştürdüm.

Ben bir öğretmenim
Önem verilmeyen
Hor görülen
Kutsal meslektenim


12 Eylülden sonra Siverek'e sürgün edildiğimde şiirime yeni bir biçim verdim.

Ben Bir Öğretmenim

Ben bir öğretmenim
Önemsenmeyen hor görülen
Oysa kutsal olan meslektenim

Ben ki okumayı öğretirim
Yazmayı öğretirim çocuklarımıza
İnsanlığı sevgiyi barışı öğretirim
Bir yapı hazırlarım yarınlarımıza

Dün benden sorulur
Yarınlar benden sorulacak
Çünkü ilk basamak benim


Siverek, 7 Eylül 1981
(S. ÖZEROL: Gözlerime Bakma Ne Olur, Ankara 206, s. 39)

25 Eylül'de Malatya Battalgazi Toygar'da göreve başladım. 1985'de Boran Köyü İlkokulu açtım. 31 Aralık 1987 günü Yeşiltepe Ahmet Parlak İlkokulunda dört yıla yakın çalıştım. Ekim 1991, bir sürgün daha; Malatya Merkez Ş. Yzb. Hakkı Akyüz İlköğretim Okuluna. Buradan emekli olduğumda 25 yıl 7 ay görev yapmıştım.
Derken yirmi yıl bitmek üzere emekli olalı.
Ne mi yapıyorum?
Hala öğretmenlik diyebilirim...
Neden mi?
Meslekte iken daha çok çocuklara ve ailelerine hitap ederken, şimdi basın yayın ile dünyaya hitap ediyorum.


Ankara, 24 Kasım 2017

24 Ekim 2017 Salı

Küçük Kızın Akşam Öğünü



KÜÇÜK KIZIN AKŞAM ÖĞÜNÜ


5 Şubat 2015, Perşembe...
Ulus'ta matbaaya uğradım, dönüşte yeraltı treni ile Maltepe'ye kadar geldim. Yeraltı treninden inince merdivenleri çıktığımda elinde kâğıt mendil gelip geçene uzatan yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu gördüm. O yana bu yana sallanıp duruyordu. Hemen yukarıda merdivenin başında ise, dişlenmiş sapsarı armut gözüme, yanında bir oyuncak araba tekeri ve bir market reklamı vardı. Bunların sahibi de kaldırımın kenarında oynayan daha küçük yaşta bir kız çocuğuydu. Karanlıkta pek belli olmuyordu ama elindeki çöp ya da başka bir şeyi durmadan yere sürtüyordu.
Bu saatte bu kız çocukları bir mendil satarak "para" mı kazanıyorlardı acaba? Yoksa annelerinin iş yapmasına engel oldukları için buralara mı gönderilmişlerdi. Ya da buncağız çocukların gece vakti kentin her yerinde bulunmaları için daha başka nedenler mi vardı?
Bazılarına sorarsanız Allah rızklarını verir...
Birilerine sorarsanız bu çocukların sokaklarda dolaşmaları değil, din, iman, Osmanlıca öğrenmeleri gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu yaşlarda başlarına çaput sarmaları gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu çocukların satıcılık yapması değil bilimsel eğitim alması gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, kimseleri yoksa ya da ailesi bakamıyorsa yetiştirme yurtlarında kalmaları gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, bunların hallerine ağlanması gerekiyor.
Ben de bir şey yapamadım ve ağlamak istedim, ağlayamadım; içimden ağladım...
Nedense hep aklıma 1972 yılında ilk göreve başladığım Urfa Yetiştirme Yurdu gelir bu çocukları gördüğümde. Daha 19 yaşındaydım ve benden büyük çocuklara öğretmenlik yapmıştım orada. Aslında o yaşta idim ama çok büyüktüm! Çünkü hala o zamanki ruhu taşıyorum.
Eti yenilmeyen, gönü giyilmeyen insanın bir tatlı dili, bir güler yüzü olması için nelerin gerekli olduğunu o yaşımda öğrenmiştim. O yaşımda benden büyüklere analık babalık yapmıştım. Orada yaşadığım bazı anılarımı unutamam. Üç çocuk babası yurt müdürünün, çok yönlü engelli ve kimsesiz hem de emanet bırakılan çocuğu Viranşehir ilçesine götürüp halk deyimi ile “seyiplemesi” hiç aklımdan çıkmaz. Diyarbakır'dan yuvadan getirdiğim Mehmet Ali'nin sobadan tutuşup yanmasını da unutamam...
Ve yine aklıma küçük kızın akşam öğünü bir armut takılıyor. Bir kez dişlediği, oynamak uğruna oyuncağı ile duvarın üzerine bıraktığı sapsarı armut...
Eh, yetkililere Allah din iman versin...
Bu zavallı çocuklara ne versin peki?


(Malatya Söz Gazetesi)

14 Eylül 2017 Perşembe

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?
Eylül ayı, “Kış Sezonu” denen dönemin başlangıcı olup, okulların açıldığı, kış hazırlıklarının son hızla sürdüğü, pek çok meyve ve sebzenin olgunlaştığı ve doğanın yavaş yavaş sararmaya başladığı bir ay...
Eylülde nedense bazı insanlarda karamsarlık duyguları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlar. Bazı insanlar ise bir sonraki mevsime daha iyi hazırlanma çabası içindedir.
Ben de Ekim ayı ortalarında Ankara’ya dönersem hazırladığım kitaplardan en az üç ya da dördünü bastırmayı, 2018 ve 2019 yıllarında bastırmak istediğim çalışmaları, dergi çıkarma düşüncesinin getirdiği tasarıları düşünmeye başladım.
Basındaki bir haber de dikkat çekici idi…
HDP’li Aysel Tuğluk, cezaevinden özel izinle annesinin cenaze törenine katılır. Batıkent’teki bir cemevinde yapılan törenin ardından cenaze İncek mezarlığına getirilir. Burada bir grup, “Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni Mezarlığı değil” diyerek törene katılanlara saldırıp, cenazeyi ailenin almaması durumunda kendilerinin çıkaracağını söyleyerek tehdit ederler. Aile de cenazeyi gömüldüğü mezardan çıkararak Dersim’e gönderir…
İşte bu faşist tutum üzerine, cenazeye saldırmak eyleminin nereye sığdırılacağını düşündüm. Bugünlerde Facebook denen toplumsal paylaşım sitesinde sıkça görünen, "Ne düşünüyorsun?" sorusu üzerine yanıtlar, daha doğrusu karşı sorulu yanıtlar vermek gereksinimi duydum.
"Ne mi düşünüyorum?" diyerek başladım ve sıraladım.


Galiba dinciler ve ırkçılar dünyayı kana bulayacaklar. Ölüleri bile rahat bırakmıyorlar.
Katliamcıları düşünüyorum. Faşist köpekler nasıl uyuyorlar acaba?
Kin ve nefret saçanlara, katliamcılara neden bu kadar değer veriliyor acaba?
Bu halk, pek de özelliği olmayanları hangi akıl ve mantık ile baş tacı ediyor acaba?
Halk, dini özellikle siyasete ve ticarete alet edenlere, halka hakaret edenlere, ayrıştıranlara neden tepki göstermiyor acaba?
Fetullah Gülen ile yarım yüzyıldır iç içe, koyun koyuna yaşayanlar, başkalarını hangi yüzle Fetullahçılık ile itham edebiliyorlar acaba?
Ankara’da bir üniversitemizde öğrencilerin alınteri ile kurulan ormanı yok edip de, “şu kadar kestik” diye öğünen büyükşehir belediye başkanı doğayı katletmenin “katillik” olduğunu bilmiyor mu acaba?
O kadar çok düşünülecek konu, o kadar çok sorulacak soru ve yanıt var ki; ancak birkaçını dile getirmeye çalıştım.
Ülkemizde kendilerinden başkasının yaşamasına tahammül edemeyenler var oldukça toplumsal barıştan söz edilemez elbette...
Bütün bu sorunlar yaşanırken demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, eşitlik ve adaletten nasıl söz edeceğiz acaba?
Tam faşizm yaşanıyor, daha ne denebilir ki?
Sahi cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?


14 Eylül 2017

12 Eylül 2017 Salı

On İki Eylül Sıcağı Sürerken

On İki Eylül Sıcağı Sürerken...

"12 Eylül Mantığı" belki de ülkemizin en kötü döneminin ürünü olarak zaman zaman karşımıza çıkıyor.
Bir yüzbaşının bir okulun resmi evrak masasını açma yöntemi, işkence ve kutsal değerlerin arkasına sığınmak...

Demek ki faşizm yaşıyor...
"Anıya Benzer" anı-deneme kitap taslağının birincisi tamamlandı. İkincisi,"On İki Eylül Sıcağı Sürerken" başlığı altında 12 Eylül anılarımla başlayacak.
Bölümler buradan alıntı yapıldı.


İlk Günden...


16 Mart 1981 günü hava çok güzeldi. Öğleden sonra ikinci dersin teneffüsü yakınken hanıma çay demlettim. On beşten fazla bardağı bir tepsiye koyarak köşedeki kuyunun betonu üzerine götürdüm, demlikleri de getirttim. Zil çaldığında öğretmenleri çağıracaktım ve birlikte çay içecektik. Okul binası ile lojmanların arasındaki boşluktan birkaç cemsenin geçtiğini görünce, “Yine doğuya doğru bir yere operasyona gidiyorlar” diye mırıldandım. Okulun doğusundaki geniş alana döndüklerinde ise operasyonun bizim için olduğunu anladım. 
Gelenler çocukları okul bahçesinde sıra yapmamızı söylediler. Merakla biriken köylüleri okulun bahçesine sokmadılar, caminin yanındaki yolda beklettiler. Yüzbaşı, bakkal Uğurlu Hasan’ı “kimliği yok” gerekçesi ile tokatlamaya başladı. 14 cemse ve dört-beş sivil araçtan inen sivil-asker görevliler her yana dağıldılar, okul çepeçevre silahlı adamlarla kuşatıldı. Caminin yanındaki yolda dizili olan köylüler olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
Müdür odasına gittiğimde elinde uzun namlulu silahıyla bir sivil polis pencerenin önünde ve masanın üzerinde duran kitapları göstererek, “Bunlar niye burada?” dedi. Mart ayı mali yılbaşı olduğundan demirbaş eşya sayımı yaptığımı söyledim. Bir süre orayı burayı karıştırdı. Gelen bir asker, “Okul müdürünü yüzbaşı çağırıyor” dedi. Ortaokulun müdür odasına vardığımda dolabı açmış, masanın çekmecesini de zor kullanarak açmaya çalışıyordu. Askerlerden “manivela” istedi. Kırarak açmak istediği belliydi.
“Anahtarı vardır, niye istemiyorsunuz?” dedim.
“Anahtarı ver” dedi.
Burasının ortaokulun müdür odası olduğunu söyledikten sonra Ahmet’e haber saldım anahtar için, Urfa’da unutmuş. Manivela ile çekmeceleri zorlayınca, “Ne yapıyorsunuz? Niye kırıyorsunuz? Yarın anahtarı getirir açarız” dedim. Çekmeceleri açmaya çalışırken yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:
“Nerelisin sen?”
“Malatyalıyım.”
Manivela ile çekmeceyi kırmaya çalışmak için uğraşırken;
“Neresinden?” dedi.
“Hekimhan” dedim.
“Memurun maaşını niye vermedin?”
“Benim memurum yok.”
“Bordrolarınızı kim yapıyor?”
Öğretmen arkadaşlardan birinin yaptığını söyledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı;
“Sen ortaokulun müdürü değil misin?”
“Ortaokul binamızda eğitim-öğretim yapıyor. Bu oda idare odası, üç dersliği de onlar kullanıyor.”
“Buraya Malatyalıları doldurmuşsun. Peki, iki öğretmenin tayinini niye çıkarttın?”
“Ben vali ya da Mili Eğitim Müdürü değilim. Tayin komisyonunda da değilim. Bu nedenle kimsenin tayininin çıkmasında yetkili olamam.”
“Siz iki müdür buradan gideceksiniz.”
“Neden olmasın? Biraz da başka yerde çalışırım. Benim için ülkenin her yeri bir...”
Çekmeceleri kırmış ve karıştırıyordu...



Üçüncü Günden...

Yer beton, hava soğuk, ortam daha da soğuk. Bazen işkenceyi düşündüğüm oluyor. “Ya bana da işkence yaparlarsa? Ya işkencede ölürsem? Yirmi sekiz yaşındayım ve ölümden korkuyorum. Eşim, oğlum, kızım şu an neredeler, ne yapıyorlar? Evde yalnız kalabiliyorlar mı? Korkmazlar mı?
Şair, “Ölüm, hoş geldi sefa geldi” diyordu. Başka bir şair de şöyle diyordu:

“Şu dünyada üç nesneden korkarım
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”


Daha başka bir şair bunu şöyle tamamlıyordu:

“Ölüm haktır, öleceğiz.
Ayrılık da şöyle böyle,
Ya yoksulluğa ne diyeceğiz?”


Ölürsem eşim ve çocuklarım gurbet ellerde ne yaparlardı?
Hayır, hayır! Artık ölümden korkmuyorum! Az yaşasam da, çok yaşasam da sonu ölüm. Olsun da 28 yaşında olsun! Ölümden korkmuyorum artık! İşkence mi? O daha ölümün bir parçası... Bir yandan ölümü düşünürken, bir yandan da manevi büyüklerimizin koruyuculuğuna inanıyordum. Çok geçmeden buradan çıkacağımı da düşünüyordum.
Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam arabesk yok! Kutsal Cuma akşamı olduğundan mı acaba? Arkadaşlar, “Haber gelmiş, yarın bırakacaklarmış” dediler. Askerler konuşurlarken duymuşlar. Hemen hepimiz türkülerle tanışıktık. “Aldırma Gönül”, “Dostum Dostum”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, “Altın hızma mülayim” derken sıralandı türküler. Sahnede duran Antalyalı asker elindeki sert plastik copla hareketler yaparak eşlik ediyordu:

Sen ağlama anam dertlerin çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz


Çıkarken...

Girişteki bölmenin önüne geldiğimde göz bağını çıkarmamı söyleyerek yandaki sandığı işaret ettiler, oraya attım. Kalın camlı gözlükleri olan içerideki asker, “Bir yerinde yaran var mı?” dedi.
Tatlı tatlı kaşınan ellerimi uzatarak “Yara yok da biraz şiş var” diyerek gülümsedim. Zoraki gülümseyen asker önündeki deftere on parmağımızın izini aldı. Demek ki işin kolayını bulmuşlar. Parmaklar şişince izleri daha belirgin oluyor. Çevreme bakındım, merdivenin başında yanında bir astsubay ile İshak Çavuş duruyordu. Bakındığımı görünce, “Kaç yaşındasın?” dedi. “Yirmi sekiz” deyince yanındaki astsubaya dönüp bir şeyler söyledi. Sahnenin bulunduğu yere gönderildim, tutanakla eşyalarımı teslim ettiler. Antalyalı askerin uzattığı kâğıdı imzalamadan önce okumak istediğimi söyledim.
“Şimdi okumanın sırası değil. Birisi eşyalarınızı teslim aldığınız, diğeri de serbest bırakıldığınız için” dedi. Kemerimi almak istediğimde bir kemer alıp uzattı.
“Bu benim kemerim değil” dedim.
“Bu kadar kemerin içinde senin kemeri nerede bulalım? Dur bakalım, sana iyi bir kemer bulayım” diyerek onlarca kemerin içinden motifli bir deri kemer seçip uzattı. Yine benim kemerim olmadığını söylediğimde;
“Olmasın, bu iyi bir kemer, bunu al” dedi.
Kemeri aldım, cebimden çıkan paranın hepsini askere verdim.
“Akşamki çayların parası” dedim.
Oldukça bozuk para vardı. Paraya bakınıyordu...
“Olsun, hepsi sende kalsın” dedim.

8 Ağustos 2017 Salı

Virani Baba ve Amberi Baba Üzerine Savlar

Virani Baba ve Amberi Baba Üzerine Savlar

S. Gazi Yıldırım-Süleyman Özerol
(5 Ağustos 2017, Başören Köyü)
4 Ağustos 2017 günü Kızım Gül ile Hekimhan’a gittik. O alışveriş yaptıktan sonra köye döndü, ben 7. Hekimhan Ceviz, Maden ve Kültür Festivali çerçevesinde ilk kez gerçekleştirilecek olan, 'Geleneksel Köy Türküleri Ses Yarışması’seçici kurul üyesi olduğum için kaldım. Saat 15.00’den itibaren yarışma elemeleri başladı ve sonuçlandıktan sonra kardeşim Mustafa’nın evinde kaldım.
5 Ağustos 2017 günü kahvaltıdan sonra çarşıya çıktım. Belediyenin önünde Ahmet Duran Ercan ve Ahmet Sezgin bağlamaları ile bekliyorlardı. Bir süre sonra Kenan Şahbudak ile Bahri Kılıç da geldiler. Başören Şenliğinde sahneye çıkacaklarmış, beni de oraya davet ettiler. Hekimhan Belediye başkanı ve yardımcıları geldi, iki arabaya doluşup Başören’e gittik.
Başören’de Ankara’dan gelen Celal Yıldırım, Feyzi Şahin, Ali Şahin, Cennet Kılıç, Malatya’dan gelen Recep Şahin, Hüseyin Çelik, Kemal Çelik ve Nesrin Yıldırım ile görüştüm. Sunuculuğu öğretmen Kemal Çelik’in oğlu yapıyordu.
Yemek sırasında anılarını kitap bütünlüğünde düzenlediğim Ali Şahin’den Başören ile ilgili derleme araştırma çalışmaları yapan olup olmadığını sordum. Celal Yıldırım ile S. Gazi Yıldırım’ın adını verdi. Celal Yıldırım’ı Ankara’dan tanıyorum, bazı çalışmaları var. S. Gazi Yıldırım ile görüşmek istedim, geldi ve bir süre söyleştik. Söyleşimizin temelindeki iki konudan söz etmek istiyorum. Virani Baba ve Amberi Baba…

Virani Baba


Köyün adının değişimi ile ilgili olarak Başveren, Başviran, Başören sözcüklerinin temelinde yatan “ören” ya da “viran” sözcüklerinden hareketle ,”Ören nerede?” diye sordum. Köyün hemen altında bir yerde imiş…
S. Gazi Yıldırım, “viran” sözcüğüne bağlı olarak Alevilerin yedi ünlü ozandan biri kabul edilen Virani’nin buralı olduğunu ve adının buradan geldiğini, Virani’nin Aleviliği benimsemiş Ermeni âşıklardan olduğunu (kendisi ya da babası) da söyledi.
“Kula minnet eylemem” deyişinin Virani’ye ait olduğunu söyleyince, Nesimi’ye ait olarak bilindiğini söyledim. Virani’ye ait olarak da söyleniyormuş…
Abuzer Karakoç, “Alvar Türküleri” kasetinde Virani’nin deyişlerinden okumuştur. Alvar, Kuluncak ilçesine bağlı bir köydür ve Başören de bu çevrededir.
Aklıma dün gece hal hatır için arayan ve Virani ile ilgili kitap yazmış olan Şah Hüseyin Şahin geldi ve aradım. S. Battal Yıldırım’ın anlatımlarından söz ettim. Malatya ile bir bağına rastlamadığını; Virani’nin mezarının Makedonya’da olmasına karşın yakın zamanda İran’a gittiğinde orada da Virani Baba Türbesine rastladığını söyledi.

Amberi Baba

Sersem Ali Baba, Kanuni Sultan Süleyman döneminde vezirmiş ve asıl adı da Server Ali Paşa’ymış. Her nasılsa birden Bektaşiliğe intisap etmiş (Çelebiler, bu geçişin bizzat Anadolu’daki Alevi-Bektaşileri bölmek için Osmanlı tarafından kurgulandığını iddia ediyor.
Diğer bir iddia da bir sefer dönüşü Server Ali Paşa’nın tekkeden çok etkilendiği ve rütbelerini söküp Sersem Ali Baba olduğu, hatta ona bu yüzden “sersem” dendiği yolunda) ve kalkıp Balkanlar’a yerleşmiş. 16’ncı yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba tekkeyi genişleterek bir dergâh haline sokmuş. Yıllar boyu buradan Balkanlara hem Bektaşiliğin Babagan kolu yayılmış, hem dervişler yetiştirilmiş, hem de dergâhın geniş arazisinde tarım ve hayvancılık yapılmış.
S. Gazi Yıldırım’ın ikinci savı yörede Amberi Baba adıyla bilinen kişi ile ilgili ve bu zatın yukarıda sözü edilen kişi ile aynı olduğu yolunda…
Yoksa Harabati babadan sonra Sersem Ali (Harabati Sultan) Dergâhı Postnişini olan Malatyalı Mehmet Baba (vefat H. 1199) mı?

Sözlü kültürümüzün yazıya geçirilmesinde önemli adımlar atıldığında pek çok gerçeklerin yerine oturacağı da bir gerçek olup, sav da olsa konular araştırılmalı ve gerçekler ortaya çıkarılmalı. Çünkü tez, antitez ve sentez ile sürekli gelişme sağlanır ve bilinç giderek daha üst düzeylerde oluşur.

2 Temmuz 2017 Pazar

2 Temmuz 1993, Sivas

2 TEMMUZ 1993, SİVAS

“Ötsün diye yuvasında kuş
Açsın diye kendi dallarında çiçek
Gördüler ki yepyeni kibritler gerek
Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
Yanarken türkü söyleyen canlar gerek
Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek"


Ve ve 37 kişi...


Huriye ÖZKAN
Yeşim ÖZKAN
Muhlis AKARSU
Edibe AKARSU
Asım BEZİRCİ
Özlem ŞAHİN
Yasemin SİVRİ
Ahmet ÖZTÜRK
Carinna CUANNA
Serkan DOĞAN
Hasret GÜLTEKİN
Gülsüm KARABABA
Behçet AYSAN
Mehmet ATAY
Serpil CANİK
Asaf KOÇAK
Asuman SİVRİ
Sait METİN
İnci TÜRK
Ahmet AKAN
Murat GÜNDÜZ
Nesimi ÇİMEN
Gülender AKCAN
Menekşe KAYA
Muammer ÇİÇEK
Handan METİN
Kenan YILMAZ
Nurcan ŞAHİN
Uğur KAYNAR
Sehergül ATEŞ
Metin ALTIOK
2 otel personeli

2 Temmuz 1993, Sivas...
2 Temmuz 1993, Sivas...

Sivas’ın miladı mı bu tarih?
Hayır!
Bu tarih, 37 insanın ateşe verilerek yakıldığı tarih,
Bu tarih, Sivas’ta Madımak Otelindeki katliamın tarihi,
Bu tarih, çağdaş Nemrutların eylem tarihi...
Ortaçağda yaşamıyoruz.
2000’e yedi kala Hızır Paşanın kenti Sivas’tayız.
Ve ateşe verildik Hasandağı’nın odunları gibi.
Yanıyoruz!
Yanıyoruz!
Yanıyoruz!
Duyan yok...
Kulaklarını tıkamış birileri...
Yanmayanımız,
“Keşke yansaydı” hayıflanmasıyla “kurtarılıyor!”

Süleyman ÖZEROL
Malatya, 3 Temmuz 1993 

Girişteki şiir alıntısı: Adnan Yücel

19 Haziran 2017 Pazartesi

Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz.

Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz.

Süleyman ÖZEROL

Osmanlı İmparatorluğu halkın dili olan Türkçeyi kenara bıraktığı zaman sarayında Arapça, Farsça, Türkçe karışımı olarak oluşturulan yapay bir dil kullanılıyordu. “Osmanlıca” adı altında oluşturulan bu dil sarayın, medrese ve molaların kullandığı halktan kopuk bir dildi. Dahası bir hanedanın adı verilmişti. Dolayısıyla bir ulusun olmadığı gibi halkın da dili değildi. Bir dilin dil olabilmesi için ulusa özü olması gerekir.
İmparatorluk 1923 yılında sona erip Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda toplumsal yaşamdaki değişimler ile birlikte Türk dilinin gelişmesi ve zenginleşmesine önem verilmiştir. Buna karşın birileri Tanrının avukatlığına soyundukları gibi Osmanlı hanedanının da avukatlığına soyunarak ellili yıllarda yeniden diriltme çabasına girmişlerdir. Bu dili “Osmanlıca Türkçesi”, “Eski Türkçe”, “Kadim Türkçe” gibi adlarla adlandıran siyasetçiler de bu kervana katılmışlardır. Zaman zaman etkili olmuşlarsa da Türkçenin gelişmesini engelleyememişlerdir.
Gelişen teknolojinin karşısında aciz kalarak gerici yapılanmalarla yaşamlarını sürdürenler cehaletin de üzerine oturarak süreçte yeniden bu dili hortlatmaya ve de dayatmaya çalışıyorlar. Anayasa’nın hiçbir guruba, sınıfa imtiyaz tanınamaz hükmüne karşın din maskesi altında Arap, Osmanlıca maskesi altında bayat bir dil ve hanedana ayrıcalık tanımaya çalışıyorlar.
Yıllardır demokrasi ve cumhuriyeti halka öcü göstermeye çalışarak şeriat düşüncesinin sayesinde meclise girenler ve iktidar olanlar, bakanlıklarının hesaplarını veremezken gündemi sürekli yapay konularla meşgul etmekteler. Emevi döneminin yöntemlerini anımsatan bu yöntemler yetmemiş gibi, “İsteseniz de öğreneceksiniz, istemeseniz de öğreneceksiniz” diyerek faşist bir tavır sergilemekten de geri durmuyorlar.
Eğer demokratik bir ülkede yaşıyorsak illa da benim düşündüğüm gibi düşüneceksiniz, illa da benim yaşadığım gibi yaşayacaksınız derseniz çelişkiler bitmez, sürer ve çözümsüzlük kazanır. Demokrasi de ortadan kalkar ve sanıyorum amaçlanan da bu…
Hayır efendim!
Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz. Bunu unutmayınız ve demokrasiye inanıyorsanız gereği gibi hareket ediniz. Karşınızdakini kul köle gibi görmekten vazgeçiniz; aklın ve mantığın ışığında hareket eden, demokrasiyi özümseyen ve inanan insanlar olduğunu unutmayınız!

Radikal Blog, 12 Aralık 2014, Ankara
(Malatya Hakimiyet gazetesinde yayınlanmıştır)

13 Haziran 2017 Salı

Başkavak Köyü Derlemeleri-Araştırmaları

BAŞKAVAK KÖYÜ DERLEMELERİ-ARAŞTIRMALARI
Başkavak köyünü çocukluğumuzda hep “Mihayil” diye bilirdik. Tarihsel kaynaklarda da Mihayil olarak geçiyordu. 1960 yılında bizim köyün adı Mezirme iken Ballıkaya, Mihayil’in adı ise Başkavak olmuştu. İlkokulda okurken bitirme sınavının bazı derslerini orada gerçekleştirirdik. Eğitmen Abidin Öztürk’ün eski yazı ile din bilgisi dersinde bize kopya verdiğini de unutamam.
1966 yılında Akçadağ İlköğretmen okuluna girdiğimde zaman zaman Hekimhan’a gidiş gelişlerde Başkavaklı arkadaşlarla yolculuk ettiğimiz, hatta bazen de gecelediğimiz olurdu. Hüseyin Takmaz, Ali Ekber Takmaz, Hüseyin Kılıç, Abidin Takmaz, İsmail Takmaz ve daha başkaları vardı.
1972 yılında Akçadağ İlköğretmen Okulunu bitirdim, öğretmen oldum ama Başkavak ile bağım kesilmedi elbette. Yakın köy olmamız itibariyle ölümlerde, düğünlerde de birlikteliklerimiz oldu.
Başkavak köyü Ballıkaya köyünün güneyinde, Malatya’ya uzaklığı 97 km, Hekimhan’a uzaklığı 16 km olup, rakım 1250 metredir. Kuzeyinde İğdir ve Ballıkaya köyleri, doğusunda Sulak mezrası ve Ballıkaya’ya bağlı Çeki mezrası, güneyinde Haydaroğlu ve Kavacık köyleri bulunur. Yörede Antepfıstığı yetiştirilen bir köydür.
Otuz beş yıla yakın bir süre önce burası ile ilgili bazı bilgileri merhum emekli öğretmen Mustafa Kılıç’tan derlemiştim. Adını nereden geldiği, eski yerleşim yerleri, söylenceler, ziyaretler ve benzeri konulardı bunlar. Yıllar sonra birçok kez giderek derlemelerimi sürdürdüm. Söylenceler, şiirler, âşıklar, şairler ve benzeri konularda oldukça bilgi topladım.
Başkavak’ta kalıntı ve buluntulara pek rastlanmasa da yer adları, kişi adları, gelenek ve görenekleri açısından Türkmen varlığını görmekteyiz. Türkçe konuşulduğu gibi, Ballıkaya’da bulunan Şah İbrahim Veli Ocağı talipleri olup Alevi kültürünü taşıyorlar. Maşatlık, Kilise Tepesi, Gâvur Tepesi gibi yer adları ise daha önce Ermeni ya da Bizans yerleşim birimi olduğunun örneği…
Kanuni dönemi yazımlarındaki yer adlarını araştırdım. Alın Pınarı, Ulupınar, Bakırlıca, Ecedamı hala aynı biçimde kullanılıyor.
1983 yılında Ballıkaya ile ilgili derleme çalışmalarına başladığımda halk kültürünün birçok alanını Şah İbrahim Ocağı, dedelik kurumu, talip ağı, türküler ve diğer gelenek göreneklerin çevre köyleri de ilgilendirdiğinden yalnızca Ballıkaya değil çevre köylerle ilgili derleme ve araştırmalar yapmaya başlamıştım. Dolayısıyla aynı yıllarda Başkavak ile ilgili derlemelere de başladım.
Başkavak’ta ilk kaynak kişim olan merhum köy enstitülü öğretmen Mustafa Kılıç’tan aldığım bilgiler üzerine diğer bazı kaynak kişilerden de bilgiler edinerek bir dosya oluşturdum. Ayrıca 23 Ağustos 1997 ve 1999 ile daha önceki yıllarda Başkavak’ta yapmış olduğum derleme çalışmalarını zenginleştirmek, pekiştirmek, Ballıkaya ile ilgili bazı konularda Başkavak halkının görüşlerini almak amaçları doğrultusunda 30 Eylül 2002 Pazartesi günü Başkavak köyüne gittim. Kaynak kişiler bularak yüz yüze görüşmeler yapıp not aldım. Notları düzenleyerek yeniden yazdım. Daha önceki çalışmalarla ve zamanla yaptığım derlemelerle birleştirerek Başkavak dosyasını hazırladım. Son birkaç yıl içinde yaptığım derlemeleri de ekleyerek bu dosyayı tamamladım.
Bu dosyanın oluşumunda ve gelişiminde derleme yaptığım ve yararlandığım kişilerden bazılarını şöyle sıralayabilirim.
Başkavak köyünden: Abidin Takmaz, Ali Metin Takmaz, Bektaş Alkan, Hüseyin Takmaz (1928-2012), Hüseyin Takmaz (1937-2007), İsmail Takmaz, Murtaza Takmaz, Mustafa Kılıç (1928-1987), Mustafa Takmaz, Süleyman Çetin, Temel Alkan, Vahap Alkan, Yusuf Takmaz… Ballıkaya köyünden; Hamza Yalçın, Hasan Özerol, Hüseyin Koç, Hüseyin Şahin… Çanakpınar köyünden; Vahap Karadağ…
Başkavaklılar, özellikle de gençleri bir araya getirmek, tanıştırıp kaynaştırmak amacıyla şenlikler düzenliyordu. Bu şenliklerin ilki 2011 yılında yapılmıştı, ikincisi ise 21 Temmuz 2012 Cumartesi gecesi gerçekleştirildi. Burada ben de Başkavak köyü ile ilgili halk kültürü derlemeleri ve araştırmalarımdan söz eden bir konuşma yaptım.
Çalışmayı kitap bütünlüğünde hazırlarken görsel yönden zenginleştirmek amacıyla yalnızca kendi çektiğim fotoğrafları kullanmayı yeğledim. Belki bu fotoğraflar köyü gerçek anlamda yansıtmayacak, ancak örnek olmasını önemli gördüm. Süreçte fotoğraf konusunda bazı Başkavaklıların destekleri ile birlikte oldukça birikim oluştu.
Hekimhan ilçesinin en eski yerleşim birimlerinden olduğu sanılan Başkavak köyü ile ilgili olarak yaptığım, “Başkavak Köyü Derleme ve Araştırmaları” başlığı ile adlandırdığım bu çalışma tam anlamıyla bir köy incelemesi olmayıp bazı derleme ve araştırmaların bütünüdür. Sanıyorum köyle ilgili ilk yayın oldu. Kültürümüzü yaşatmada ve gelecek kuşaklara bir örnek, araştırmacılara ve ilgilenenlere bir kaynak olması açısından derlediğim sözlü kültür ürünlerinin yazıya geçmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dilerim başka derleme ve araştırmalar da yapılarak kültürel yapı daha iyi biçimde belgelenir.
Kitap, Başkavak köyünden Hüseyin Takmaz (Mosi) ve Hüseyin Albayrak (Kara) anısına basılmış olup, elde edilecek gelir köy mezarlığının düzenlemesinde kullanılacaktır.
Yılların birikiminin kalıcı kılınması konusunda destek olanlara teşekkürler…
Saygılarımla…

Ankara, 22 Mayıs 2017

2 Haziran 2017 Cuma

Feridun ve Diğerleri

FERİDUN VE DİĞERLERİ

Her ne kadar oldukça eski bir zamandan söz etsem de günümüzde aynı durumda olanlar azalmadı...
11 Temmuz 2001, Çarşamba...
Saat 13.00’te köy garajından eşim ve oğlum Yazar’ı köyümüz olan Ballıkaya’ya gönderdikten sonra Karataş Gayret Matbaasına gitmek üzere Niyazi Mısri Caddesine yöneldim. Karakaş konağının karşısına geldiğimde Feridun’u çöp kutusunu karıştırırken gördüm. Yanından geçerken bir şeyler söyledi bana bakmadan. Anlayamadığım için yanına yaklaşarak, “Ne istiyorsan vereyim” dedim. “Sigaran varsa ver” dedi. “Var” diyerek elimi cebime attığımda kalmadığını gördüm, “Kalmamış, hemen alır gelirim” diyerek yanından ayrıldım. Defterimi matbaaya bıraktım, “Hemen geliyorum” diyerek çıktım. İlerideki bakkaldan sigara ve kibrit, matbaanın yanındaki fırından da yağlı ekmek alarak döndüm. Çöp kutusunun yanından ayrılmış, yeni inşaatın altındaki dükkanların önünde duruyordu. Bir çocuk elindeki ekmeğin yarısını bölerek verdi, almadı. Yaklaşarak elimdekileri uzattım, ekmeği almak istemedi. “Bunları da almalısın” dediğimde alarak başka dükkanın eğişine oturdu, ben de matbaaya döndüm.
Matbaaya geldiğimde Kenan Karataş konuğu ile oturuyordu. “Nereye gittin geldin?” diye sorduğunda durumu ve bildiğim kadarı ile Feridun’un öyküsünü anlattım. 

Nereden mi biliyorum öyküsünü?

Yirmi yıla yakın bir süreden beri İsmet Paşa ve Milli Egemenlik Caddelerinde görüyordum. Önceki yıl Ramazan ayında Milli Egemenlik Caddesinden aşağı inerken Soykan’ın işyerinin karşısında çöpleri karıştırırken görmüş ve orada bulunan fırından ekmek alarak vermiştim. Daha sonra yerel televizyonlardan birinde görüntüleri ve yaşamı ile ilgili bilgiler verilmişti. Gazetemizin muhabiri Gökhan Özdemir ise fotoğraflarını çekmiş, yaşamı hakkında bilgi edinmişti. Bu bilgileri şöyle not etmişim:

Feridun


Yetiştirme yurdunda kalmış, Sümer’de ortaokulu okumuş (Seksenli yılların başlarında), sevdalanmış, alamamış, kahrolmuş, divane olmuş. Hediye kabul etmiyor. Sessiz-sakin-zararsız. Şimdiye kadar olumsuz davranışı görülmemiş.
Feridun hakkında bazı bilgiler daha edindim. Yapılan televizyon programında yaşamı ile ilgili bilgilerin saptırılarak verildiği söylendi. Yukarıdaki bilgilerimiz doğrulanması ile birlikte ailevi sorunlardan bu duruma düştüğü anlatıldı. Annesi babası ayrılmış, kendisini alıp götürmemişler (Almanya’ya), annesi başka biriyle evlenmiş. Kernek Gazinosunda düzenlenen bir ses yarışmasında ilk dereceyi almış (Arabesk dalında olduğu sanılıyor).
35 yaşlarında olduğu ve ortopedik engelli olduğu bilinen Feridun hala yıllar önceki durumunda. Feridun mu aynı durumda olan?
Özellikle İnönü Alanı ve çevresinde, kentin bazı yerlerinde birçok Feridun var... bunların barınma-beslenme ve sağlık gibi temel sorunlarının diğer tüm yurttaşlar gibi giderilmesi konusunda yasal dayanaklardan yararlanmaları gerektiğine inanarak ilgililerin konuya el atmalarını diliyoruz.
Yetiştirme Yurdu-Huzurevi kapsamına girmeyen bu durumdaki insanlarımız için ne yapılması düşünülüyor acaba? Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesinde oluşturulması düşünülen (Sanırım 10 yıla yakın bir süredir düşünülüyor!) “Toplum Merkezleri” projesinde bu konunun değerlendirilmesi olasılığı var mıdır?
Diğer bir seçenek; Gaziantep Belediyesi tarafından gerçekleştirildiği söylenen yapılanma. Belediyemizin de bu konuda bir şeyler yapmasını bekliyoruz. *


* Malatya Yorum Gazetesi, 23 Temmuz 2001

21 Mayıs 2017 Pazar

“Adı Atatürk Diye mi Böyle Bakımsız Acaba?”

“Adı Atatürk Diye mi Böyle Bakımsız Acaba?”
Resme tıkla, büyür








Süleyman ÖZEROL

3 Mayıs 2012, 27 Haziran 2013 (Milliyet Blog), 21 Mayıs 2017...
Galiba değişen bir şey yok...


2001 yılından buyana yaşadığım Ankara’da Atatürk Kültür Merkezinde her men her yıl Kütüphaneler Haftasında düzenlenen kitap fuarına ve bazı sergilere giderim. Orada tanıdıklarım olduğundan dolayı da çok kez gitmişimdir. On yılı aşkın bir süredir buradaki fiziksel görünümün gitgide kötü bir durum aldığını da görüyorum elbette her gidişimde. Bun bağlı olarak, “Ankara’da Malatya Günlerinin İkincisinden Notlar” başlığı altında 3 Mayıs 2012 tarihli Malatya Hâkimiyet gazetesinde yayınlanan yazımı anımsadım ve bir bölümünü buna bağlı olarak paylaşmak istiyorum.


“Adı Atatürk diye mi böyle bakımsız acaba?”


16 Nisan 2012 günü Yaşar Karaaslan ile AKM'deki Ankara’da Malatya günleri çadırına giderken merdivenleri çıktık. Çıkarken gördüğümüz durum karşısında tartıştık. Merdivenlerin mermerleri kırık dökük, her yan pislik içinde, çöpler oraya buraya saçılmış… Başkentte bir sanat merkezi böyle mi olmalı? Bu düzensizlik, pislik Malatya'da olsa kıyamet kopar!

Ertesi gün gittiğimde Malatya'dan gelenlerle karşılaştım. Genç birisi, "Hocam, buranın Adı Atatürk diye mi böyle bakımsız acaba?" diye sordu. Ben de dün düşündüklerimizi anlattım.
Ne yazık ki bir başkentte böylesi bir ortamdayız.
Öğlen sırası AKM'nin kafeteryasına gittik. Çünkü çadırın yanında tuvalet yok. Geçici de olsa tuvaletler kurulabilir düşüncesini dile getiriyorlar daha çok.
Ana binada 7 Ege ilinin etkinliği de var. Bakandan milletvekiline, valisinden kaymakamına kadar birçok idari amirin gözü önünde durum… Acaba 8 ilin yetkililerinden hangisi buranın durumunu dile getirdi dersiniz?
Son gün, yemek yerken bazı konuları konuştuk. Özellikle Malatya mutfağı örneklerinin bulunmayışı ve buraya seçilen yemek işletmecilerinin nasıl seçildiği konusu... Çadır kurulmuş olan alanın toz-toprak olan bir yerde oluşu ve yine tozun toprağın içinde yemek yeri...

Değişen ne oldu acaba?


Bir yıl geçti aradan ve değişen ne oldu acaba?

Yakın zamanda 7. Kitap Fuarına, 7. Belediye ve Çevre Fuarına, yine 6. Ege İlleri Fuarına gittim. Metro çıkışından itibaren binaya kadarki düzensizlik hiç değişmemiş durumda. Merdivenlere geldiğinizde daha da kötü görünümlerle karşılaşıyorsunuz. Duvarlarda yıkılmalar, basamak taşlarında kırıklar, doğru dürüst bir düzenleme olmadığı gibi ışıklandırma da yok. Ayakları takılan takılana ve kim bilir içlerinden neler söylüyorlar?
Ülkemizin başkentinde ve de Atatürk Kültür Merkezi gibi kültür sanatın merkezi konumunda olan bir yerde bu görüntüleri görmek hiç de hoş değil.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

SİTÜS İNVERSUS: TERS SİTE

SİTÜS İNVERSUS: TERS SİTE
TERS SİTE/Kalbi Sağda Atanlar


9 Aralık 2010 tarihinde Sitüs İnversus adını verdiğim kişisel sitemin giriş yazısındaki yazımı bazı eklemelerle sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu sözcük, “Olması gereken yerde olmayan” anlamını taşır ve ilk yazıda bu öykü edilmiştir. Malatya Yorum gazetesinde yayınlanan bu yazının yanında 1999 yılında yayınlamış olduğum, “Televizyonu Nasıl Buldum?” adlı an-öykü kitabımda da aynı adı taşıyan anımda anlatılmaktadır. Burada anlatılan yalnızca kalbimin sağda oluşudur. Daha sonraki yıllarda diğer tüm iç organlarımın da yerini ters tarafta olduğunu öğrendim elbette…
Acaba dünyaya eleştirel gözle bakmam konusunda bu “ters” yanımın etkisi var mıdır acaba? Her ne olursa olsun ben bir insanım. Tüm insanların her birinin ayrı özellikleri olduğuna göre, benim de demek ki kendime göre özelliklerim var.
Situs inversus kısaca, ters konum, ters durum; Gerekli olan duruma karşıt, zıt anlamını taşır. Olması gereken yerde olmayan, ters kurulum, ters site… Doğuştan gelen ve dünyada bir iki milyonda bir rastlanan kalbin vücudun solunda değil de sağında bulunması durumudur. Bununla birlikte bütün organların sağ sol ekseninde yer değişmiş halde bulunması da olur. Bu durumun Latince adıdır Situs İnversus…
Bu derlemede situs inversus özelliği taşıyan bazı kişilerin bunu öğrenme öyküleri yer almaktadır. Her kişinin öyküsü kendine özgü ve ayrı özellik taşımakla birlikte ortak bir özellikleri var; situs inversuslar! Anatomik yapılarında, yani beden kurulumlarında var olan ters durum mutlaka okuyuculara ilginç gelecektir. Bununla birlikte öykülerin ilginçliğini de göreceksiniz.
Situs İnversuslardan korkmayın. Korkulacak bir şey yok. Ancak “Olması gereken yerde olmayan” organlar gibi, “olması gereken yerde olmayan” insanlar var. Situs İnversus, insana zarar vermezken bu tür insanlar her şeye zarar veriyor. Korkulacak olanlar onlardır.
Saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Kalbi Sağda Atanlardan Bazılarının Öyküleri 

(Ters Kurulmuş Bedenlerin Öyküsü)

2013 yılından buyana bu konuda kitap çalışmasının içine girdim ve bazı arkadaşların gönüllü olarak öykülerini anlatan yazıları geldi. Bunları belirli bir sayfaya ulaşınca yayınlamayı düşündüm. Var olan öyküleri 2016 yılında bastırdım.
Yeni baskı yapılacaktır. İlgilenenlerin öğrenme öykülerini göndermelerini bekliyorum.

Süleyman ÖZEROL
Ankara, 8 Mayıs 2017

2 Mayıs 2017 Salı

Malatya İçin Yararlı Bir Böcek

Malatya İçin Yararlı Bir Böcek










Süleyman ÖZEROL

17 Ekim 2015, Cumartesi, Ballıkaya...
Sabahleyin kalktığımda hanım ile cevizleri ekmek damının üzerine kuruması için çıkarıp serdik.
Kahvaltı yaptıktan sonra bilgisayarı ve interneti açtım. İletilere, bazı dosyalara göz attım.
Tuvalete gittiğimde yerde kapıya doğru yürüyen bir böcek gördüm. Kapıya gelince tırmandı ve yukarı doğru yürümeye başladı. Gözlüğüm gözümde olmadığından net olarak göremiyordum ama hafifi kırmızı siyaha yakın bir renkte görünüyordu. "Uğur böceği olabilir" diye düşündüm. Uğur böceğinin ilerleyişi, yürüyüşü genellikle aşağıya doğru değil de yukarı doğru olurdu.
Hani birilerinin üzerine ya da eşyasına konduğunda uğur getirileceğine inanıldığından uğur böceği deniliyor halk arasında. Bununla ilgili olarak da bitkilere dadanan zararlıları bu böceklerin ortaya çıkarak yok ettikleri söylentisi vardır.
Orta Avrupa'da eline uğur böceği konan kızın evleneceğine inanılırmış. Dolayısıyla bir adı da gelin böceği.
Çocukluğumuzda uğur böceği bulduğumuzda işaret parmağımıza çıkmasını bekler, çıktığında da "uç, uç!" derdik ve sanki duymuşcasına kanatlarını açarak havalanırdı sessizce. Bundan dolayıdır ki ona "uç uç böceği" de derdik.
Uğur böceği ile ilgili tekerlemeler, şarkılar vardı. En çok anımsanan ve bilineni şöyle başlıyordu:

Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana bana
Telli pabuç alacak


O kadar yaz ayarlı, günleri geçti de rastlayamadığım uğur böceğine bugün tuvalette rastlamam ilginç değil mi? Uğur mu getirecek acaba?
Uğur böceğini dışarıya salıvermek için peçetenin üzerine almak istedim, birden düştü ve lavabonun deliğinden aşağı kaydı. Baktığımda boruya düşmemiş olduğunu gördüm, "mutlaka çıkar" diye düşündüm.
Bir süre sonra bakmak için gittiğimde lavabonun sol yanında durduğunu gördüm, yani delikten çıkabilmişti, ancak kımıldamıyordu.
Uğur böcekleri rahatsız edildiklerinde yere düşerek ve çok defa da karınlarını vücutlarına toplayarak ölü taklidi yaparlarmış. Bu aklıma geldi ama yine de peçetenin üzerine alarak dışarıya çıkardım. Hava o kadar güzeldi ki Ballıkaya ve Kurşaklı kayaları kuzeydeki sıra kayalar arasında sanki de öne çıkmış yontu gibi net olarak görünüyordu. Ekim ortası olmasına karşın orman hala yemyeşildi.
Uğur böceği güneşe çıkınca kımıldadı. Kapıdaki iki basamağı indim ve doğu yandaki güllere doğru gittim. Beyaz, kırmızı ve sarı güllerden ortadaki olanın dalına bıraktım. Artık özgürdü. Lavabonun tuvalete bağlanan borusuna düşseydi belki de cansız bedeni zamanla parçalara ayrılacak ve Gözenin Deredeki kanalizasyon çıkışından Mezirme Deresine, oradan Kuruçay'a ve Fırat'a, derken Basra Körfezsinde Hint Okyanusuna karışacaktı.
İçeri girerek yazma işimi sürdürürken bunları da düşündüm.
Uğur böceklerinin ülkemizde daha çok vücutları yarım küre biçimindedir. Oval biçimde olanları da vardır. Kırmızı zemin üzerinde siyah benekli olan türleri bulunur. Bitkilere zarar veren ve uğur böceklerine benzeyen telli böceklerin 12, uğur böceklerinin 7 beneği vardır.
Bitkiler için bazı zararlıları ve bunların larvalarını yerler. Daha çok da kayısı ve eriklerin dallarındaki özsuyunu emerek zamk salgılamalarını sağlayan koşnil (kabuklu bit) Adlı böceği ve yaprak bitlerini yerler. Bir uğur böceğinin 5000 yaprak biti yediği öne sürülür.
Uğur böceği, özelilikle kayısı için zararlı olan böcekleri yok etmesi nedeniyle Malatya için hayırlı ve yararlı bir böcektir diyebiliriz. Acaba uğur böceklerini nasıl çoğaltabiliriz dersiniz?

16 Nisan 2017 Pazar

Mevlüt Aslanoğlu ve Evliya Çelebi'nin Malatyalısı

Mevlüt Aslanoğlu ve Evliya Çelebi'nin Malatyalısı

Süleyman ÖZEROL

Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Ferit Mevlüt Aslanoğlu 16 Mayıs 2014 günü aramızdan ayrıldı. O, Malatya’da birçok hizmette adı geçen bir milletvekili idi. İnönü Üniversitesi başta olmak üzere, her basamaktaki okula ve birçok kuruma bilgisayar kazandırması, çok yönlü destekleri unutulamaz. 

Bir tarihte Eymir köyünde kültür evi açılışında önlük bağlayıp bağış toplamasını unutamam. Malatya’da olsun, Ankara’da olsun karşılaşmalarımızdaki olgun tavrını da…
Hak rahmet eylesin...
Mevlüt Aslanoğlu’nun aramızdan ayrılışı üzerine İsmet Yalvaç Malatya Haber’de uzun bir yazı yazmış. Bu yazıdan bazı cümleleri alarak kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.
"Adeta tek kişilik bir hükümet gibi çalıştı Malatya için.
Muhalefette de hizmet edilebileceğini gösterdi.
Bu yolda çırpındı ve sağlığını bu yolda harcadı."
İsmet'e ekleyecek bir şey bulamıyorum. Çünkü yazısında çok şeylerden söz etmiş. Teşekkürler...
Av. Selami Yücel ağabeyimiz ise daha önce bir yorumda sorduğu soruyu bir daha sormuş; "Diyorlar ki, son senelerde Malatya sevdasını içine gömdü. Neden acaba? Kime küstü, niye küstü?" Bu soru üzerine kısa bir yorum yapmak istiyorum.

Evliya Çelebi’nin Malatyalısı

Bir gün bir Malatya kanalında halka mikrofon uzatıp soru sordular;
“Malatya milletvekilleri içinde en çok çalışan hangisi?”
Eğer 10 kişiye sorulmuşsa en az 6-7'si, "Mevlüt Aslanoğlu" dedi.
Sıra başka bir soruya geldi;
“Seçim olsa oyunuzu hangi partiye verirsiniz?”
Bu kez yanıtlar ters orantılı olarak, en az 6-7 "AKP" yanıtını verdi.
F. Mevlüt Aslanoğlu, döneminin iktidar milletvekillerinin tümünden daha çok çalışan, tek kişilik bir ordu gibiydi. Ancak Malatya halkı onun düşündüğü gibi çıkmadı. Belki de daha başka, farklı nedenleri vardır, bilemiyorum...
Ancak, işte Malatyalı bu; Evliya Çelebi'nin Malatyalısı...

25 Mayıs 2014 tarihinde 
Radikal Blog'da ve Malatya Hakimiyet'te yayınlanan yazımı değerli meslektaşım Av. Selahattin Sarıoğlu'nun istifası bana anımsattı. 

28 Mart 2017 Salı

İnsanı Merkez Almak...

İnsanı Merkez Almak...

Süleyman ÖZEROL

Haberlerimizde olsun, yorumlarımızda olsun, köşe yazılarımızda olsun, kentimizin sorunlarına, değerlerine, güzelliklerine ne ölçüde yaklaştığımız kamuoyunun gözleri önünde. Malatya Yorum’un Haziran 1998-Mayıs 1999 döneminde kentimizin sorunlarına ilişkin bazı başlıklardan oluşan ve Temmuz ayı boyunca dört hafta bu köşede yer alan “Malatya Yorum’un İçinden” tarama çalışmamızı bunun en belirgin örneği olarak sizlere sunduk.
“Yöneticiler Duyarsız”, “Toplum Kuruluşları Duyarsız” “Kamuoyu da Duyarsız” gibi yorum-haberlerimiz duyarsızlığı etkiler gibi olduysa da valiliğimizin dışında pek de duyarlılık gösteren olmadı diyebilirim.
Halkımızın sorunlarından oluşan, özellikle de eski belediye yönetimine yöneltilen sorulardan oluşan “Vatandaş Soruyor” başlıklı yazımın 4 ağustos 1999 tarihli 131. sayımızda yayınlanması üzerine Malatya Belediyesi Basın Yayın Müdürlüğünden “Belediyeye Yönelik Sorular” konulu yazılı bir açıklama geldi. Kamuoyunu bilgilendirmek ve okurlarımızın görüşlerine açmak amacıyla açıklamayı geçen hafta bu köşede olduğu gibi taktirlerinize sunduk.
Belediyemizin bu ciddi ve olumlu duyarlılığını memnuniyetle karşıladığımızı önemle belirtmek istiyorum. Çünkü özellikle daha önceki belediye yönetiminin kentimizin sorunlarıyla ilgili yayınlarımız karşısındaki vurdumduymazlığı unutulmayacak derecede belleklerimizde. Ne Kuzey Çevre Yolunu gösterebildiler, ne Arıtma Tesisi konusuna yaklaştılar. Bunlar birer örnek. Ha bire yapay güzellikler üzerine ağırlık vererek “görünen bir hizmet” sergilemeye çalıştılar. Yeni belediye yönetiminin de ileride aynı tutumu sergilediğinde aynı tavır içinde hareket edeceğimiz kuşkusuz...
Geçen haftaki yazımızdan (Baca ve Hoşafın Suyu) bir cümleyi aktarmak istiyorum:
“İnsanı merkez almayan hiçbir düşünce, hiçbir yönetim, hiç bir devlet halkın gözünde kabul görmez.”
Bunu bir kez daha yinelerken “İnanı merkez almak” deyimi üzerinde de durmak istiyorum. Belki de birçok okurumuz “Baca” ve “Hoşaf”a dikkatlerini yoğunlaştırmışlardır. Oysa insanı merkez almak deyimi ile anlatmak istediğim şuydu: İnsanı, çevresiyle birlikte, çağdaş-evrensel-demokratik değerlerle birlikte merkez almak...
İnsanı merkez aldığınızda, yaşadığımız dünyanın daha iyi yaşanır bir duruma geleceğine, bir iç rahatlığı duyacağımıza inancımı belirtmek istiyorum. Her ne kadar “Çağdaş insan, öğüt dinlemeyen insan” olsa da bilinen ve yadsınamayacak bir gerçeği den ayrıca vurgulamak istiyorum. Birey olmanın ve yurttaşlık bilincinin yanı sıra, yerel yönetimlerin taşıdıkları sorumluluğun bilincinde olması, yaşadığımız yerin daha iyi yaşanır bir duruma getirilmesi en önemli etkendir. Merkezi yönetimin katkılarıyla, vatandaşların da bilinçliliğiyle bu etken güç kazanacaktır.
Belediyemiz yetkililerine duyarlılıklarından dolayı teşekkür eder, duyarlılıklarının sürekli olmasını dilerim. Daha başka yönetimlerin ve toplum kuruluşlarının, bireylerin de duyarlılıklarını göstermelerini... “Malatya’yı birlikte kucaklayalım, Malatya’yı birlikte yorumlayalım” ilkemize katılmalarını bekleriz. *


* Malatya Yorum Gazetesinde  ( 25 Mayıs 1999) yayınlandı. Ancak yirmi yıla yakın zaman geçse de güncellik devam ettiğinden paylaşmak istedim.

26 Mart 2017 Pazar

Siyasi Partilerin Önüne Geçmek...

Siyasi Partilerin Önüne Geçmek...

Süleyman ÖZEROL

Ülkemizde demokratikleşmenin önde gelen toplumsal gruplarından sivil toplum örgütleri olduğu gerçeğinden hareketle bazı konulara değinmek istiyorum.
Siyasi partiler tüzük ve programlarıyla, iktidar olduklarında da kurum ve kuruluşları işletmeleriyle ülkenin yönetiminde söz sahibi olan örgütlerdir.
Ülkemizde 2016 itibariyle 90’ın üzerinde siyasi parti olduğu bilinir. Bu ne demektir? Ülkemizin yönetiminden memnun olmayanların çok olması demektir. Çünkü var olan partiler sorunları çözemediğinden yeni partilere gereksinim duyulmuştur. Acaba öyle midir? Gerçek anlamda durum bundan kaynaklanır. Ancak başka bir durum, benliğin (ego) ortaya konulmasının göstergesidir.
Siyasi partilerin gerçek anlamda ülkedeki ulusları, ülkenin her yöresini kucaklayan bir yapıda olması, yani her kesime hitap etmesi o partinin demokratiklik göstergesidir. Ancak ülkemizdeki partilerin konumuna baktığımızda ülke sorunlarını çözmekten çok; büyük bölümünün dinsel, ırksal, bölgesel ve yöresel söylem ve tutumlar ile hareket ettiğini, dolayısıyla işlevlerini yerine getiremediğini görüyoruz. Üstelik kullandıkları tutum ve söylemlerde toplumu kucaklama yerine kin ve nefret duyguları uyandırma, ayrıştırma ve ötekileştirmeyi de görüyoruz.
Her ne kadar ülkenin yönetiminde siyasi partiler yetkili olsa da sivil toplum örgütleri demokrasilerde önemli öğelerdir. “Devletin gücünün yetmediği konularda araştırma, tesis ve hizmet sağlayarak devlet işlerindeki açığı kapatmakla görevli kuruluşlar” olarak tanımlanan sivil toplum örgütleri: gönüllü kuruluşlar olarak, bağışlar veya üyelik ödemeleriyle varlığını sürdüren, kar amacı gütmeyen, amaçları doğrultusunda üyelerini ikna etmeye çalışan, yön veren, devletin boşluklarını doldurmaya çalışan örgütlerdir. Oda, sendika, vakıf ve dernekler sivil toplum örgütleri olarak kabul edilir.
Yöre, meslek, yardımlaşma, dayanışama, eğitim, sağlık ve benzeri konularda ortak düşüncede olan gönüllü yurttaşlar sivil toplum örgütlerinde bir araya gelirler. Sivil toplum örgütlerinin siyasi partilerin yetersizliği karşısında onların önüne geçerek işlevlerini üstlenmeye çalışması ülkemizin belirgin bir gerçeğidir. Özellikle emek, yurttaşlık bilinci, insan hayvan ve doğa hakları, eşitlik, adalet ve benzeri kavramlar doğrultusunda kurulmuş olan sol siyasi düşünceyi taşıyan dernekler; okuyan, araştıran, eleştiren, aydınlanma ve bilimselliğe inanan, evrenselliğe değer veren yapılarından dolayı öne çıkmaktadırlar. Ülkemizin gidişatına ışık tutmak, hukukun üstünlüğüne, laik düşüncenin önemine, uluslar arası hak ve özgürlüklerin evrenselliğine inanarak hareket etme özelliklerinden dolayı sağ tutucu iktidarlar ve yurttaşlar tarafından hep potansiyel suçlu addedilmişlerdir.
Sağ tutucu kesim özellikle din, dil, ırk gibi konuları söylem ve tutumlarında kullanarak uluslararası sermayenin çıkarına hareket etmek konumuna düşmüşlerdir. Ülkemizde yaşayanları insan ve yurttaş olarak değil de; “benim dinimden”, “benim ulusumdan”, “benim dilimden” gibi yaklaşımları ister istemez tutucu ve gerici yapılarını ortaya koymaktadır. Bilim ve teknolojiden çok soyut kavramların üzerine bina yapmaya çalıştıkları için de okumayan, araştırmayan, eleştirmeyen, özgür iradesi ile hareket etmeyen yığınlar tarafından kabul görürler.
Akıl ve bilim yerine dogmatik düşünce ile hareket eden insanlar her zaman saldırganlık, küfür etme, linç girişimi, katliam ve benzeri olumsuz davranışlar sergilerler. Bu davranışlar kendilerine göre ise “en olumlu” davranışlardır.
Siyasilerin üst üste hatalarının, çıkmazlarının arttığı dönemlerde sivil toplum örgütlerinin eleştiri ve çözüm önerileri ile öne çıktığı gerçeği ülkemizin gerçeğidir. Bunlara tahammül edememek de bir başka gerçeğimiz.


Ankara, 25 Mart 2017

9 Mart 2017 Perşembe

Dünya Emekçi Kadınlar Gününde İki Etkinlik

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜNDE İKİ ETKİNLİK

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde iki etkinliğe katıldım. Bu etkinlikle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Dünya Emekçi Kadınlar Gününde MASTÖB’te Toplantı ve Anma


Malatya Sivil toplum Örgütleri Birliğinde kadın kolu ve gençlik kolu, 8 Mart 2017 günü saat 13.00’de Dünya Emekçi Kadınlar Günü anması ile birlikte toplantısını Sağlık Mah. Süleyman Sırrı Cad. 17/12, Kızılay, Ankara adresindeki dernek binasında yaptı.
Genel Sekreter Mustafa Namık Güzeler, etkinliklerin artırılması, yeni çalışma ortamları yaratılması, kolların ortak çalışmalar yapması konusunu dile getirdi.
Başkan Kamil Göksu da açıklamalarda bulundu ve Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutladı.
“MASTÖB olarak bir ili temsil ediyoruz. Malatyaspor’un yönetimi önemli bir konu. Arsamızı aldık ve yapılandırmaya çalışıyoruz. Avrupa birliği projelerimiz var. Kamuoyunda yer almak için sosyal medyayı kullanarak basın duyuruları yapalım. Kadın kolu ve gençlik kolu olarak birlikte hareket edelim, işbirliği yapalım.
Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlarım…"
Araştırmacı-Yazar Süleyman Özerol, 1999 yılında yayınladığı ilk kitabım “Televizyonu Nasıl Buldum” adlı anı-öykü kitabını bulunanlara armağan etti.
Sivas Divriği Ödek köyünden Çankaya Belediyesi THM sanatçısı İlayda Aydoğdu, Süleyman Özerol’un bağlaması eşliğinde türküler söyledi, bulunanlar da eşlik ettiler.

Galeri Kara’da “Kırık Siyah”

Sanatçı Kadınlar Derneği Kırık siyah adıyla bir resim sergisi düzenledi. 8 Mart 2017 günü Çankaya Belediyesi Galeri Kara’da saat 18.30’da açılış kokteyli yapılan sergide Arzu Kızıltuğ, Asuman İnceyan, Aydan Özbalkan, Aysel Demli, Ayşe Kürklü, Ayşe Öztürk, Başak Acar, Canan Töreli, Hale Metin, Leyla Coşkun, Mine Koç, Nejla Tuğcu, Oya Başay, Sabriye Biler, Selin Cakova, Sinem Öney, Sultan Kelecioğlu, Şebnem Müderrisoğlu, Şengül Bekmez, Şükran Ersoy, Yaprak Kurtoğlu, Yasemin Coşkun’un siyah beyaz resimleri yer aldı.
Açış konuşmasından önce görüştüğüm Başkan Şükran Ersoy, “Neden tüm resimler siyah-beyaz?” sorumu şöyle açıkladı. “Az çok açıklık getirdik gazetede. ‘Kırık Siyah’ adıyla da kırıklığı, ezikliği, burukluğu dile getirmeye çalıştık.
Kaza geçirmiş ve bacağı kırılmış olan Şükran Ersoy, “Kaza nedeniyle gelemeyeceğimi düşündüm ama yine de geldim” dedi, katılanlara teşekkür etti.
“Sanatçı Kadınlar Derneği olarak 8 Mart Dünya Kadınlar günü kapsamında hem sergi açtık, hem Nevide Gökaydın ve Zafer Gençaydın’ı onurlandırdık, hem de gazetemizin ilk sayısını sunduk”
Konuşmanın ardından Türk sanatına ve sanat eğitimine katkılarından dolayı Nevide Gökaydın (1923-17 Şubat 2017) ve Prof. Dr. Zafer Gençaydın’a onurlukları sunuldu. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Nevide Gökaydın’ın onurluğu kızı Ayşe Önder’e sunuldu.
Prof. Dr. Zafer Gençaydın onurluğunu alınca kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasında şunları dile getirdi.
"Nevide Gökaydın’a ‘Atmaca’ derdik. Onun bizde damgası var. Başsağlığı diliyor, saygıyla anıyorum.
Sanatçı kadınlara onurluklarından dolayı teşekkür ediyorum.
Ülkemizi ve dünyamızı kurtarırlarsa kadınlar kurtaracaklardır.
Kadın eve hapsedildi.
Kadınlar ile sanatçıların kaderi ortak…
Sanatçını pabucu dama atıldı.
Özellikle belirtmek istiyorum; kadının erkekle eşitliğine inanmayan bir yönetim var."
Sergide ressamlardan Zafer Gençaydın ile birlikte Cebrail Ötgün ve Cezmi Orhan da bulundular.

Sergi 8-18 Mart tarihleri arasında görülebilir.

8 Mart 2017 Çarşamba

"Herifimi Öldüreceksin Gaymakam Beg!"

"Herifimi Öldüreceksin Gaymakam Beg!"


Yıllar önce kadınlar özgürlük ve hakları uğruna canı pahasına mücadele ederken, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olayı ortaya çıkarken ve her yıl anılırken; günümüzde ülkemizde hala kadınların aşağılandığı, eve hapsedilmek istendiği, dinsel söylemlerle horlandığı gerçeği ile birlikte hep bir film karesi aklıma gelir...
"Kardan yolları kapanmış bir kasabada yeni atanan kaymakamın yolunu dört gözle bekleyen kasabalılara kendini kaymakam olarak tanıtan akıl hastanesinden kaçmış bir adamın yollar açılmadan evvel kasabadaki tüm yolsuzlukları, düzensizlikleri ve ahlaksızlıkları düzletme çabasını izleriz."
Nerede mi? Cevat Fehmi Başkut'un "Buzlar Çözülmeden" adlı oyununda bir Anadolu köyünde...
1965 yılında Fikret Hakan ve Selda Alkor'un baş rollerini oynadığı filme alınan yapıtta eşi sırtında çalı şeleği ile giderken adam eşeğe binmiştir ve bunu gören "Deli Kaymakam" iyice dellenir, cipten indiği gibi adamın üzerine çullanır, vuru da vurur. Kadın ise şeleği atar, "herifimi öldüreceksin gaymakam beg" diyerek kaymakama saldırır...
Hani "dövse de yeridir", "eri ya", "erkek dediğin döver de sever de", "kadın el artığı gibidir, boş ol dersin boşarsın ya"...
Çula çaputa bürünmesini, evde çocuk yapmakla mükellef olmasını isteyenlerin, ikinci sınıf insan sayan insanlıktan yoksunların dünyasında kadının yeri yok.
Kadın hala, "Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" olarak düşünülen...
Ancak kadın, toplumda en önde olması gereken. Kadın, toplumun bel kemiği. Bir düşünürün dediği gibi, "Uygarlığın yaratıcısı..."
"Analardır adam eder adamı..."
Saygı ve sevgiyle...

Ankara, 8 Mart 2017

6 Mart 2017 Pazartesi

Değişmek İstemeyen Adam

DEĞİŞMEK İSTEMEYEN ADAM

Süleyman ÖZEROL/Araştırmacı-Gazeteci

Belediye otobüsüne elinde bastonu, başında külahı, kamburlaşmış, sakallı, kısa boylu bir adam bindi. Orta yerlerde oturan orta yaşlı birisinin yanına oturdu. Oturur oturmaz da yüksek sesle konuşmaya başladı yanındakiyle. Çın çın ediyordu sesi otobüsün içinde. O yaşına karşın güçlü ama anlaşılmaz bir sesle konuşuyor, bazen Kürtçe de katıyordu. Yanındaki adam ise oldukça yavaş sesle konuşuyor, arada bir yaşlı adamı onaylarcasına başını sallıyordu…
Bir süre sonra yolculardan bir bayan:
– Amca, biraz yavaş konuşur musunuz? Dedi.
Adam, konuşma hürriyetinin yanında başka hürriyetlerinin de kısıtlandığını düşünüyor olmalı ki, sesini iyice yükseltti:
– Sesimizi de mi keseceksiniz? Dedi, “de”nin üstüne basa basa.
Yolculardan bir başkası:
– Amca, hoca hanım doğru söylüyor. Biraz yavaş konuşursanız iyi olacak, dedi kibarca.
Adamın sözü biter bitmez seslendim;
– Aman amca bey, hiç değişmeyesin. En iyisi konuşmana devam et, dedim.
Adam sesini daha da yükseltti:
– Bu yaştan sonra ne değişeceğiz? Dedi.
– Aman amca bey, aman hiç değişmeyesin, dedim yeniden.
Sesini yavaşlatan adam yanındakiyle konuşmasını son durağa kadar sürdürdü. Ancak çın çın eden sesiyle değil…
“Değişmek istemeyen adam” diye düşündüm. Değişmek istemeyen adam… Demek ki adam halinden memnun ki değişmek istemiyor. Öyleyse, kendine göre davranışları oldukça olağan. Belki de adam içini boşaltıyor.
Hangi nedenle olursa olsun “değişmek isteyen adam” tipi çevresindekilerden tepki görmüştü. Çünkü değiştirmek istemediği davranışlarıyla onları rahatsız etmişti. Rahatsız etmesi bir yana, adamın değişmek istememesi, kendisiyle çelişik bir durum. “Yaşlı insan-okullu değilse bile-yaşam okulunun etkisiyle yaşam kültürü ve deneyimler edinmiş olmalı, ağır başlı, daha olgun olmalı” diye düşünüyoruz…
Adamın sesini özellikle yükseltmesinin bir başka boyutu daha var: karşıcılık! Ne demişti adam?
“Sesimizi de mi keseceksiniz?
Oysa sesini kesmek isteyen kimse yoktu onun. Demek ki adam “sesimizi de mi” derken başka şeylerden de yoksun bırakılmışlığını ifade ediyordu belki de. Kesin olarak bilemiyoruz ama şunlara dikkat çekmek isterim:
Adam; bir kadın tarafından uyarılmaya karşı.
Adam; değişmeye, yeniliğe, yenileşmeye karşı.
Adam; bilime, tekniğe ve sanata karşı…
Adam; eğitim çağdaşlık ve demokrasiye karşı.
Kısacası adam, “adam olmaya” karşı.
Yani insan’a…
Adamın zamanında değişmesi gerekirdi.


Malatya Yorum Gazetesi, 23 Haziran 1998 
(11 Ekim 1994 tarihinde yaşanmıştır)