Kendi Kaleminden Hasan Özerol’un Yaşamöyküsü

Kendi Kaleminden Hasan Özerol’un Yaşamöyküsü
Foto: Rıza Parlak, 2011

Dünya savaşı sürerken, yoksulluğun üstüne bir de kıtlık gelmişti. Aynı yıl kızamık salgınından köyde 17 çocuk yaşamını yitirmişti..

5 Mayıs 1934 tarihinde Malatya ili Hekimhan ilçesi Mezirme köyünde doğmuşum. 1941 ya da 1942 olmalı, babam ölünce babaannemle birlikte yedi nüfus ortada kaldık. Annem 35, babaannem 85–90 yaşlarında idi. 1943 yılında babaannemle en küçük kardeşim vefat etti. Dünya savaşı sürerken, yoksulluğun üstüne bir de kıtlık gelmişti. Aynı yıl kızamık salgınından köyde 17 çocuk yaşamını yitirmişti. Annem başkalarının işine koşup, ne verirlerse getirirdi. Aç yattığımız günler olurdu... 
Bir yaz günü karnımızı doyurmak için birkaç arkadaşla yemlik, madımak, yiyerek Cumanın Oğlunun yoncalığına girdik. Hayvan yemi olan yoncayı güle oynaya yerken arpa ekmeye giden Âşık Yusuf hayvanını eğleyip, “Hasan, hele gel” dedi. Yanına vardığımda, “Eteğini aç bakalım” dedi ve üç koşam arpa alarak bezden uzun olan gömleğimin eteğini doldurdu. Sonra da, “Annen bunu kavursun, sokuda dövsün, yersiniz” dedi. 1942–1943 öğretim yılında okula başladım. Bir yıl sonra da kardeşim Fatma… Eğitmen, diğer çocukların defterlerinden birer yaprak alarak bize verir, onları defter yapardık. Kalemimiz de olmazdı ve yine Eğitmen, arkadaşlarımızdan temin ederek bize verirdi. 
Birbirine bitişik olan evlerimiz yeraltı mağarası gibiydi. Tavandaki pencereler gündüzleri açılır, gece kerme, tıkaç ve benzeri şeylerle kapatılırdı. Sabahı horozların sesinden anlardık. Aydınlatma, “sak” adı verilen çıra ile yapılırdı. Gaz-tuz bulunmazdı. Sivas’tan develerle getirilen tuzu herkes satın alırdı. Diğer yandan herkes deveyi görmek için toplanırdı. Gaz karne ile veriliyordu ve almak da zordu. Köye bir teneke gaz gelse, bize bir cezve bile düşmezdi. Tenekesi karaborsada 80 lira, kara arpanın tenekesi ise 12 liraydı! Herkeste ceket-şalvar bulunmazdı. Siyah yünden eğrilen ip, Kuşu ve Eymir’den gelen çulhalara dokutulup giyecek yapılırdı. Yine tezgâhlarda dokunan beyaz bezden uzun don-gömlek yapılarak giyilirdi. Yaşlılar bellerine kuşak bağlarlar, yaşlı kadınlar “kalak” adı verilen taçlı fes giyerlerdi. Ergenlik çağından küçük kızlar başı açık gezerlerken, genç kızlar fes, gelinler gümüş taçlı fes giyerlerdi. Ayakkabı yoktu, çarık giyilirdi. Varlıklı olanlar Arapgir tiresinden işlik giyerlerdi. 
1946–1947 ders yılında ilkokulu “pekiyi” derece ile bitirdim. Soyadım okulda “Erol” olarak kayıtlı idi. Diploma almak için nüfus cüzdanı gerektiğinden nüfusa gidince annemin evlenme işlemlerinin yapılmadığını, soyadının halen “Tuna” olduğunu öğrendim. Bundan dolayı köy enstitüsü sınavına giremedim. Nüfus cüzdanımı ertesi yıl aldım. Yeni kanun çıkmıştı, yine başvurdum ve üç arkadaş sınava girdik. Adamım olmadığından ben kazanamadım... 
1950 yılında Âşık Yusuf’a 120 lira yıllıkla hizmetkâr durdum. Bu arada teyzemin kızı ile nişanlandım. Düğünde gerekir diye Âşık Yusuf’tan para istemedim. Âşık Yusuf iyi saz çalardı, zakirdi. Ben de saz öğrenmek istiyordum. Arguvan’ın Asmaca köyündeki akrabamız İbrahim Amcadan bir cura aldım, parasının yerine de yedi gün kök söktüm. Uğraşa uğraşa sazı öğrendim. Bu sıralarda Adana’ya çalışmaya gidenler vardı... 
Yıl 195l, Kuruçay’a köprü yapılıyordu. Cacoğ Hasan’la yorganımızı sarıp yollandık. Bir zaman köprüde çalıştık. Yaya olarak gidip geliyorduk, 10–12 saat sürüyordu. Bir gün de iş aramak için bir haftada 10 köy dolaştık. Kazancımız ise yalnızca 15 liraydı! 

“Ay vardır günü besler, gün vardır ayı besler 
Çalışıp kazanmayan, kendini neyle besler” 
“Kar eden ar etmez; ar eden kar etmez.” 

“Ayrana giderken küleği ardında unutma.” 

Bir zaman da sıcak ve sinekten yılarak Arguvan’da ekin biçtik. Aynı yılın sonbaharında köylüler Adana’ya pamuğa giderken ben hala 120 lira yıllıkla çalışıyordum. Nefes Erhan’a rastladım, “Yağrum, sen ahmaksın, 120 liraya bir yıl çalışılır mı? Hiç elinden iş gelmeyenler yazın bir ayda üçer dörder yüz lira getiriyorlar. Yarın da köycek Adana’ya gidiyorlar” dedi. İşi bıraktım, nüfus cüzdanımı yanıma alarak gece yola koyuldum. Hekimhan istasyonuna gelen köylüler beni görünce şaşırdılar. Tren 48 saatlik tehirden sonra geldi, Adana’ya yollandık. Geceyi istasyonda açık havada geçirdik. Ertesi gün kamyonlarla Kırhasan (*) köyüne götürüldük. 70–80 kişi Cumali Ağanın samanlığında yattık. Daha ertesi gün, yorganım olmadığından elciden aldığım 10 lira ile yorgancıya gittim. Para, nüfus cüzdanımla birlikte kuşağımın arasında ıslanmış olduğundan zorla kabul etti yorgancı. Yorganı aldım, adam parayı kuruması, için taşların üzerine serdi. 30–40 gün içinde 400 lira ile köye döndüm. Düğün hazırlığı olarak süt hakkını, başlık parasını verdim. 
1952 baharında (Nisan ya da Mayıs) kardeşim Yusuf’u yanıma alarak yine Adana’ya çapaya gittim. Akrabamız Murtaza Emmi de oğlu Cafer’i yanına almıştı. Yusuf ile Cafer güneşte kalmış domatesleri yediklerinden hasta oldular. Hastalıklarının verem olduğunu öğrendik. Sıtmaya karşı kinin kullanılıyordu, veremin ilacı yoktu. 1958’de Yusuf, 5–6 yıl sonra da Cafer öldü... Nişanlılığımız sürüyordu, aynı yılın sonbaharında Adana’ya üçüncü kez gittim. Bacım Fatma da yanımdaydı. Gine Cumali Ağanın yerine gittik, orada çalıştık. 
Irmak, deniz görmemiştik. Oradaki ırmağın derin olmayan yerinde yüzmek için suya girdim. Beş-on metre açılmıştım ki sürüklenmeye başladım. İğdirli Mıstığın İböğ (İbrahim Demirhan) suya atlayarak beni kurtardı. Yaşamımı ona borçluyum, o olmasa boğulacaktım. Şimdi ufak da olsa suya girmekten korkarım... Üç kez de Yeşilyurt’ta bağ bellemeye gittik. Malatya’nın vilayet konağının çevresi boş, geniş bir alan idi. Burada birkaç kamyon, belediyenin önünde de faytonlar ve at arabaları vardı. Hükümet binası ile belediye arsında omuzlarında kendir, sırtlarında semer ile hamallar dolaşıyordu... 

25 Şubat 1953 günü düğünümüz oldu. Musahibim Hasan Şahin’in babası Usta Süleyman sağdıcımızdı. Düğünden dokuz gün sonra kayınpederim Mustafa Emmi öldü. Kaynım İbrahim’le yardımlaşarak işlerimizi görmeye başladık. 
20 Aralık 1953 günü oğlum Süleyman dünyaya geldi. 
Okumayı çok seviyordum. Çok da halk hikâyesi, masal biliyordum. Karacoğlan, Âşık Kerem, Elif ile Mahmut, Âşık Garip ile Şah Senem, Ferhat ile Şirin, Hazreti Ali’nin cenkleri gibi onlarca kitap okudum. Ayrıca Kemalettin Tuğcu’nun kitapları, Kerbela Vakası, Saadete Ermişlerin Bahçesi, Necmül Kulüp... Eski yazı okumasını öğrendim ve Syret-i Nebi ile Battal Gazi’yi eski yazıdan okudum. Daha sonraları okumaya okumaya Eski Yazıyı unuttum. Deyiş-duvazimamları da ezberliyordum ve zaman zaman sazla çalıyordum. 
İlk yazdığım şiir, iktidara geldikten sonra köylere yol yapan Demokrat Parti üzerine idi: “Oylarımız senin olsun Demokrat”... Bir gün okula Hüseyin Çolak adlı bir müfettiş gelmişti. Beni okula çağırarak şiirimi okuttular. Hüseyin Çolak şöyle dedi: “Okumayı çok isteyen kimseler amaçlarına ulaşamadıklarında edebiyat ya da sanata yönelirler...” 
Bundan daha da etkilenerek kendimce şiirler yazdım. 1954 yılında askere çağrıldım. 23 Ekimde trenle yola çıktık ve 26 Ekimde Kütahya’ya vardık. Trende kendi kendime maniler düzüyordum: 

Kütahya’nın yolu taşlık 
Askerin cebinde haşlık 
Kütahya’ya asker oldum 
Sırtımdaki yeşil kışlık 

Hekimhan’da bağ olur mu? 
Siyah üzüm ağ olur mu? 
Yardan ayrılan askerin 
Yüreğinde yağ olur mu? 


İzmir-Gaziemir’e kursa gittim. Buradan zaman zaman Seydiköy ve İzmir’e gezmeye gittiğimiz olurdu. Bir Pazar günü arkadaşın biri ile gezmeye çıktık. Yolun kenarında bir süre oturduk ve burada tanıştık. Hekimhan’ın Basak köyündenmiş, birbirimize sarıldık. Burada, “Ballıkaya’sına vermiş belini” şiirimi yazmıştım. 
Gaziemir’den Eskişehir’e verdiler. Burada ikinci gün dört arkadaşla karşılaştık. Nereli olduğumu sordular, söyledim. İçlerinden biri ileri çıkarak “Sen Eşe Ananın köyündensin!” dedi ve boynuma sarıldı. Adının Halil Polat olduğunu söyledikten sonra diğerlerini tanıştırdı; “Kangal’ın Kürtbeyaz köyünden Hasan Yamak, Divriği’nin Güneş köyünden Halil Sarıkaya, Yıldızeli’nin Otar köyünden Rıfat Turnagöz...” 
Bir kış günü Porsuk Çayının üzerindeki köprünün başında nöbet beklerken bir araba durdu, farı gözlerimi aldı. O anda ben köyü düşünüyordum. Parolayı sordum, “Kalem” dedi. Bana “İşaret”i sordu, bilemedim. Kendimi etkiden kurtaramamıştım. Nereli olduğumu sorunca künyemi okudum. Nöbetçi subay olduğunu anlamıştım. “Memlekete mektup yazmıyor musun? Mektubu kalemle neye yazıyorsun?” deyince işaretin “Kâğıt” olduğunu hatırladım. “Seni affediyorum, bir daha böyle kendini kaptırma” dedi. 
Çok mektup yazıyordum, ancak cevaplar geç geliyordu. Her mektupta şiir yazar, çevresini nergislerle, güllerle süsler, kırmızıya-maviye boyardım. Gelen mektuplardan birine Süleyman’ın elini koyup çizmişlerdi. O gün ne kadar neşelendiğimi tarif edemem. 
20 Şubat 1955 günü Eskişehir yöresinde bir deprem oldu. Depremden birçok yer etkilendi. Köylere, halka yardıma gittik. Halkın o mağdur durumunu görünce üzüldüm, yardımcı olduktan sonra da mutlu oldum. Depremle ilgili olarak “Bir deprem oldu şubat ayında-Çok hasar var idi Hisar köyünde” söz başlı şiiri yazdım. 
Askerliğim sırasında birçok şiir yazdım. Askerlikten sonra köye döndüğümde birçok değişiklikler olduğunu gördüm. Herkesin davarı-malı, çifti, öküzü, evinde memuru vardı. Herkes evini yenilemeye çalışıyor, daha iyi yaşamak için çaba gösteriyordu. Çarığın yerini kara lastik almıştı. Ancak, hastalıklar daha eski yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılıyor; kocakarı ilaçları deneniyor, ziyaretlere götürülüyor, birçok ölüm oluyordu. Genç bir kadın da bu yüzden ölmüştü, onun için “Genç yaşımda göçtüm yalan dünyadan” destanını yazmıştım. 
Baharda yaylalara göçülüyor, yazın bağ damlarına, sonbaharda da köye dönülüyordu. Yaylada iken erkenden köye gelir, köyden tarlalara gider ekinleri biçer, akşam olunca yeniden yaylaya dönerdik. Ekinler orakla biçilir, şahra ile harmana taşınır, dövenle sürülürdü. Altmışlarda harman savurma makinesi çıktı, patoz çıktı... 
1959 yılında Ali Erol, Hamza Öztürk, Abış (Abuseyif Öztürk), Hüseyin Çelik ve Çolak Abidin (Abidin Oktay) ile Adana’ya gittik. Abdoğlunun Çiftliğinde portakal topladık. Oradan da İskenderun-Payas’a gidip çalıştık. Aynı yıl bir testere ile bir mala alıp duvar ustalığına başladım. İlk olarak da kendi evimi yaptım. Bundan sonra çevrede artık “Usta” olarak tanınıyordum. Günlüğüm 250 kuruştu! 
1960 İnkılâbından bir süre sonra harmanları kaldırıp yine Adana’ya yollandık. 8–9 günlük Adana seferinden 30 lira borçlu olarak döndüm. Bu, Adana’ya beşinci ve son gidişim oldu. Büyük kızım bu yıl doğdu. Adını, köyün karakol komutanı Hasan Onbaşının hanımının adından dolayı Şehriban koyduk. 1965’de Yusuf doğdu. Ertesi yıl Süleyman karakol komutanı Galip Çavuşun oğlu Hamza ile Akçadağ Öğretmen Okulunu kazandılar. 
Nüfus bir yandan çoğalırken, bir yandan da çocukların okula başlamaları hayatı zorlaştırmaya başlamıştı. 40’tan çok davar, 4–5 sığır besliyordum. Bir yandan da duvar ustalığını sürdürüyordum. Kaymakamlığa başvurup ustalığımdan dolayı sigortalı olmak istediğimde; “Devlete vergi verecek bir sen mi kaldın?” diyen kaymakam, dilekçemi işleme koymadığı gibi yırtarak çöpe atmıştı. Böylece sosyal güvencemin önüne yıllar önce set çekmişti. 1968’de Satı, 1973’de Mustafa dünyaya geldi, nüfus 8’e çıktı. 
1972’de Süleyman öğretmen olarak Urfa Yetiştirme Yurdunda göreve başladı. O yıl nişanladık, 1974’te de düğününü yaptık. 1975 yılında Urfa’nın Kısas köyüne tayini çıktı. Yusuf ortaokulu orada okudu. 1975’te torunum Ozan, 1977’de Gül doğdu. En küçük kızım Eylem de 1979’da doğdu. Yusuf Malatya’da liseye başladı, ikiden ayrıldı. 1981’de Süleyman’ın tayini Malatya’ya çıktı. Satı yanında ortaokula başladı. Anam glokom (karasu) hastalığı nedeniyle gözlerini kaybedince gününü yatakta geçirmeye başladı. 1983’de torunum Yazar doğdu. Aynı yıl, 1957’de su çıkararak kavak diktiğim Kamışlıkol’a kayısı diktim. Bir zaman elimizle, bir zaman bidonlarla, bir zaman su motoru ile sulayarak ağaçları yetiştirdik. Satı, lise birden ayrıldı. 1985’e kadar duvar ustalığını sürdürdüm. 
Gözlerini kaybederek on yıldır yatakta yatan anam, 1 Temmuz 1991’de vefat etti. Aynı yıl 25 Ağustos tarihinde Yusuf’un düğününü yaptık. Torunum Yazar da düğünde sünnet oldu. Yazar’a ikinci sınıfta okula başladıktan bir süre sonra şiirle mektup yazdım: 

“Derslerine bol bol çalış 
Bir mühendis olasın sen.” 


Gözlerimden dolayı Süleyman’ın yanına gittim. Dr. Ali Rıza Özgül’e muayene oldum. Benim de gözlerimde glokom varmış. Ayrıca katarak... Günlük ilaç kullanıyordum. Yedi yıl doktor-ilaç derken sağ göz iyice zayıfladı, sol gözü de katarak kapladı. 1997 sonbaharında bastonla gezmeye başladım. Körlüğe alıştırıyordum kendimi. Şu şiiri yazdım: 

“İki gözüm görmeyince 
Üzülmemek elde değil” 


Ali Rıza Bey Araştırma Hastanesinde ameliyat olmamı önerdi. 10 Şubat 1998 günü orada ameliyat oldum. Süleyman Şubatın sonunda emekliye ayrıldı. Adıma emekli sağlık karnesi çıkınca ve heyet raporum da olunca sevk işlemleri kolaylaştı. Günlük ilaç kullanımım da sürüyordu. 1983 yılında diktiğim kaysılar bir türlü meyve vermiyordu. Verse de çok çok yetersiz. Kaysılara şu şiiri yazdım: “Neden meyve vermezsiniz kaysılar?” 
30 Nisan 2000 tarihinde prostat, 14 Eylül 2000 tarihinde fıtık ameliyatları oldum. Artık yaş da yetmişe doğru ilerledi. Bütün yaşadığım olaylardan etkilenerek birçok şiir yazdım...

“Dertlerimi yaza yaza 
Defterimde yer kalmadı” 

Hasan ÖZEROL 
Ballıkaya, 2002


(*) Ballıkayalılar Adana’ya pamuğa gittiğinde en çok Kırhasan köyünde kalırlarmış. Burada yaşanan bir olayı emekli öğretmen Ahmet Öztürk şöyle anlatır: “Adana’ya çalışmaya gittiklerinde Kelağa (İbrahim) Kırhasan köyünde vefat etmiş. Kığış Abidin emmim elçi başı imiş, onun evinde toplanıp ağlaşmaya başlamışlar. Bektaş ağanı bacısı, amcamın halası olan Dımış ana iki yandan yaralı; kapıya gelip iki elini yan ağaçlarına dayar, sızlanır: “Abidiiin! Ağayı nettiiiiğz?” Abim Sülü Baba da aşağıdaki dörtlüğü ezgili olarak söyler, oradakiler gülüşürler.” ( Ballıkaya, 1 Ağustos 2007)

Adana yatağı Kırhasan köyü
Ne yaman akıyı Ceyhan’ın suyu
Yediğmiz içtiğmiz mırmırik aşı
Emmimi orada koyduk da geldik

Bu yazı Süleyman Özerol tarafından hazırlanan, 'Babamın Şiirleri' (Malatya 2009, s. 9-18) kitabında yer almıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder