14 Eylül 2017 Perşembe

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?
Eylül ayı, “Kış Sezonu” denen dönemin başlangıcı olup, okulların açıldığı, kış hazırlıklarının son hızla sürdüğü, pek çok meyve ve sebzenin olgunlaştığı ve doğanın yavaş yavaş sararmaya başladığı bir ay...
Eylülde nedense bazı insanlarda karamsarlık duyguları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlar. Bazı insanlar ise bir sonraki mevsime daha iyi hazırlanma çabası içindedir.
Ben de Ekim ayı ortalarında Ankara’ya dönersem hazırladığım kitaplardan en az üç ya da dördünü bastırmayı, 2018 ve 2019 yıllarında bastırmak istediğim çalışmaları, dergi çıkarma düşüncesinin getirdiği tasarıları düşünmeye başladım.
Basındaki bir haber de dikkat çekici idi…
HDP’li Aysel Tuğluk, cezaevinden özel izinle annesinin cenaze törenine katılır. Batıkent’teki bir cemevinde yapılan törenin ardından cenaze İncek mezarlığına getirilir. Burada bir grup, “Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni Mezarlığı değil” diyerek törene katılanlara saldırıp, cenazeyi ailenin almaması durumunda kendilerinin çıkaracağını söyleyerek tehdit ederler. Aile de cenazeyi gömüldüğü mezardan çıkararak Dersim’e gönderir…
İşte bu faşist tutum üzerine, cenazeye saldırmak eyleminin nereye sığdırılacağını düşündüm. Bugünlerde Facebook denen toplumsal paylaşım sitesinde sıkça görünen, "Ne düşünüyorsun?" sorusu üzerine yanıtlar, daha doğrusu karşı sorulu yanıtlar vermek gereksinimi duydum.
"Ne mi düşünüyorum?" diyerek başladım ve sıraladım.


Galiba dinciler ve ırkçılar dünyayı kana bulayacaklar. Ölüleri bile rahat bırakmıyorlar.
Katliamcıları düşünüyorum. Faşist köpekler nasıl uyuyorlar acaba?
Kin ve nefret saçanlara, katliamcılara neden bu kadar değer veriliyor acaba?
Bu halk, pek de özelliği olmayanları hangi akıl ve mantık ile baş tacı ediyor acaba?
Halk, dini özellikle siyasete ve ticarete alet edenlere, halka hakaret edenlere, ayrıştıranlara neden tepki göstermiyor acaba?
Fetullah Gülen ile yarım yüzyıldır iç içe, koyun koyuna yaşayanlar, başkalarını hangi yüzle Fetullahçılık ile itham edebiliyorlar acaba?
Ankara’da bir üniversitemizde öğrencilerin alınteri ile kurulan ormanı yok edip de, “şu kadar kestik” diye öğünen büyükşehir belediye başkanı doğayı katletmenin “katillik” olduğunu bilmiyor mu acaba?
O kadar çok düşünülecek konu, o kadar çok sorulacak soru ve yanıt var ki; ancak birkaçını dile getirmeye çalıştım.
Ülkemizde kendilerinden başkasının yaşamasına tahammül edemeyenler var oldukça toplumsal barıştan söz edilemez elbette...
Bütün bu sorunlar yaşanırken demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, eşitlik ve adaletten nasıl söz edeceğiz acaba?
Tam faşizm yaşanıyor, daha ne denebilir ki?
Sahi cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?


14 Eylül 2017

12 Eylül 2017 Salı

On İki Eylül Sıcağı Sürerken

On İki Eylül Sıcağı Sürerken...

"12 Eylül Mantığı" belki de ülkemizin en kötü döneminin ürünü olarak zaman zaman karşımıza çıkıyor.
Bir yüzbaşının bir okulun resmi evrak masasını açma yöntemi, işkence ve kutsal değerlerin arkasına sığınmak...

Demek ki faşizm yaşıyor...
"Anıya Benzer" anı-deneme kitap taslağının birincisi tamamlandı. İkincisi,"On İki Eylül Sıcağı Sürerken" başlığı altında 12 Eylül anılarımla başlayacak.
Bölümler buradan alıntı yapıldı.


İlk Günden...


16 Mart 1981 günü hava çok güzeldi. Öğleden sonra ikinci dersin teneffüsü yakınken hanıma çay demlettim. On beşten fazla bardağı bir tepsiye koyarak köşedeki kuyunun betonu üzerine götürdüm, demlikleri de getirttim. Zil çaldığında öğretmenleri çağıracaktım ve birlikte çay içecektik. Okul binası ile lojmanların arasındaki boşluktan birkaç cemsenin geçtiğini görünce, “Yine doğuya doğru bir yere operasyona gidiyorlar” diye mırıldandım. Okulun doğusundaki geniş alana döndüklerinde ise operasyonun bizim için olduğunu anladım. 
Gelenler çocukları okul bahçesinde sıra yapmamızı söylediler. Merakla biriken köylüleri okulun bahçesine sokmadılar, caminin yanındaki yolda beklettiler. Yüzbaşı, bakkal Uğurlu Hasan’ı “kimliği yok” gerekçesi ile tokatlamaya başladı. 14 cemse ve dört-beş sivil araçtan inen sivil-asker görevliler her yana dağıldılar, okul çepeçevre silahlı adamlarla kuşatıldı. Caminin yanındaki yolda dizili olan köylüler olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
Müdür odasına gittiğimde elinde uzun namlulu silahıyla bir sivil polis pencerenin önünde ve masanın üzerinde duran kitapları göstererek, “Bunlar niye burada?” dedi. Mart ayı mali yılbaşı olduğundan demirbaş eşya sayımı yaptığımı söyledim. Bir süre orayı burayı karıştırdı. Gelen bir asker, “Okul müdürünü yüzbaşı çağırıyor” dedi. Ortaokulun müdür odasına vardığımda dolabı açmış, masanın çekmecesini de zor kullanarak açmaya çalışıyordu. Askerlerden “manivela” istedi. Kırarak açmak istediği belliydi.
“Anahtarı vardır, niye istemiyorsunuz?” dedim.
“Anahtarı ver” dedi.
Burasının ortaokulun müdür odası olduğunu söyledikten sonra Ahmet’e haber saldım anahtar için, Urfa’da unutmuş. Manivela ile çekmeceleri zorlayınca, “Ne yapıyorsunuz? Niye kırıyorsunuz? Yarın anahtarı getirir açarız” dedim. Çekmeceleri açmaya çalışırken yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:
“Nerelisin sen?”
“Malatyalıyım.”
Manivela ile çekmeceyi kırmaya çalışmak için uğraşırken;
“Neresinden?” dedi.
“Hekimhan” dedim.
“Memurun maaşını niye vermedin?”
“Benim memurum yok.”
“Bordrolarınızı kim yapıyor?”
Öğretmen arkadaşlardan birinin yaptığını söyledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı;
“Sen ortaokulun müdürü değil misin?”
“Ortaokul binamızda eğitim-öğretim yapıyor. Bu oda idare odası, üç dersliği de onlar kullanıyor.”
“Buraya Malatyalıları doldurmuşsun. Peki, iki öğretmenin tayinini niye çıkarttın?”
“Ben vali ya da Mili Eğitim Müdürü değilim. Tayin komisyonunda da değilim. Bu nedenle kimsenin tayininin çıkmasında yetkili olamam.”
“Siz iki müdür buradan gideceksiniz.”
“Neden olmasın? Biraz da başka yerde çalışırım. Benim için ülkenin her yeri bir...”
Çekmeceleri kırmış ve karıştırıyordu...



Üçüncü Günden...

Yer beton, hava soğuk, ortam daha da soğuk. Bazen işkenceyi düşündüğüm oluyor. “Ya bana da işkence yaparlarsa? Ya işkencede ölürsem? Yirmi sekiz yaşındayım ve ölümden korkuyorum. Eşim, oğlum, kızım şu an neredeler, ne yapıyorlar? Evde yalnız kalabiliyorlar mı? Korkmazlar mı?
Şair, “Ölüm, hoş geldi sefa geldi” diyordu. Başka bir şair de şöyle diyordu:

“Şu dünyada üç nesneden korkarım
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”


Daha başka bir şair bunu şöyle tamamlıyordu:

“Ölüm haktır, öleceğiz.
Ayrılık da şöyle böyle,
Ya yoksulluğa ne diyeceğiz?”


Ölürsem eşim ve çocuklarım gurbet ellerde ne yaparlardı?
Hayır, hayır! Artık ölümden korkmuyorum! Az yaşasam da, çok yaşasam da sonu ölüm. Olsun da 28 yaşında olsun! Ölümden korkmuyorum artık! İşkence mi? O daha ölümün bir parçası... Bir yandan ölümü düşünürken, bir yandan da manevi büyüklerimizin koruyuculuğuna inanıyordum. Çok geçmeden buradan çıkacağımı da düşünüyordum.
Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam arabesk yok! Kutsal Cuma akşamı olduğundan mı acaba? Arkadaşlar, “Haber gelmiş, yarın bırakacaklarmış” dediler. Askerler konuşurlarken duymuşlar. Hemen hepimiz türkülerle tanışıktık. “Aldırma Gönül”, “Dostum Dostum”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, “Altın hızma mülayim” derken sıralandı türküler. Sahnede duran Antalyalı asker elindeki sert plastik copla hareketler yaparak eşlik ediyordu:

Sen ağlama anam dertlerin çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz


Çıkarken...

Girişteki bölmenin önüne geldiğimde göz bağını çıkarmamı söyleyerek yandaki sandığı işaret ettiler, oraya attım. Kalın camlı gözlükleri olan içerideki asker, “Bir yerinde yaran var mı?” dedi.
Tatlı tatlı kaşınan ellerimi uzatarak “Yara yok da biraz şiş var” diyerek gülümsedim. Zoraki gülümseyen asker önündeki deftere on parmağımızın izini aldı. Demek ki işin kolayını bulmuşlar. Parmaklar şişince izleri daha belirgin oluyor. Çevreme bakındım, merdivenin başında yanında bir astsubay ile İshak Çavuş duruyordu. Bakındığımı görünce, “Kaç yaşındasın?” dedi. “Yirmi sekiz” deyince yanındaki astsubaya dönüp bir şeyler söyledi. Sahnenin bulunduğu yere gönderildim, tutanakla eşyalarımı teslim ettiler. Antalyalı askerin uzattığı kâğıdı imzalamadan önce okumak istediğimi söyledim.
“Şimdi okumanın sırası değil. Birisi eşyalarınızı teslim aldığınız, diğeri de serbest bırakıldığınız için” dedi. Kemerimi almak istediğimde bir kemer alıp uzattı.
“Bu benim kemerim değil” dedim.
“Bu kadar kemerin içinde senin kemeri nerede bulalım? Dur bakalım, sana iyi bir kemer bulayım” diyerek onlarca kemerin içinden motifli bir deri kemer seçip uzattı. Yine benim kemerim olmadığını söylediğimde;
“Olmasın, bu iyi bir kemer, bunu al” dedi.
Kemeri aldım, cebimden çıkan paranın hepsini askere verdim.
“Akşamki çayların parası” dedim.
Oldukça bozuk para vardı. Paraya bakınıyordu...
“Olsun, hepsi sende kalsın” dedim.