12 Eylül 2017 Salı

On İki Eylül Sıcağı Sürerken

On İki Eylül Sıcağı Sürerken...

"12 Eylül Mantığı" belki de ülkemizin en kötü döneminin ürünü olarak zaman zaman karşımıza çıkıyor.
Bir yüzbaşının bir okulun resmi evrak masasını açma yöntemi, işkence ve kutsal değerlerin arkasına sığınmak...

Demek ki faşizm yaşıyor...
"Anıya Benzer" anı-deneme kitap taslağının birincisi tamamlandı. İkincisi,"On İki Eylül Sıcağı Sürerken" başlığı altında 12 Eylül anılarımla başlayacak.
Bölümler buradan alıntı yapıldı.


İlk Günden...


16 Mart 1981 günü hava çok güzeldi. Öğleden sonra ikinci dersin teneffüsü yakınken hanıma çay demlettim. On beşten fazla bardağı bir tepsiye koyarak köşedeki kuyunun betonu üzerine götürdüm, demlikleri de getirttim. Zil çaldığında öğretmenleri çağıracaktım ve birlikte çay içecektik. Okul binası ile lojmanların arasındaki boşluktan birkaç cemsenin geçtiğini görünce, “Yine doğuya doğru bir yere operasyona gidiyorlar” diye mırıldandım. Okulun doğusundaki geniş alana döndüklerinde ise operasyonun bizim için olduğunu anladım. 
Gelenler çocukları okul bahçesinde sıra yapmamızı söylediler. Merakla biriken köylüleri okulun bahçesine sokmadılar, caminin yanındaki yolda beklettiler. Yüzbaşı, bakkal Uğurlu Hasan’ı “kimliği yok” gerekçesi ile tokatlamaya başladı. 14 cemse ve dört-beş sivil araçtan inen sivil-asker görevliler her yana dağıldılar, okul çepeçevre silahlı adamlarla kuşatıldı. Caminin yanındaki yolda dizili olan köylüler olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
Müdür odasına gittiğimde elinde uzun namlulu silahıyla bir sivil polis pencerenin önünde ve masanın üzerinde duran kitapları göstererek, “Bunlar niye burada?” dedi. Mart ayı mali yılbaşı olduğundan demirbaş eşya sayımı yaptığımı söyledim. Bir süre orayı burayı karıştırdı. Gelen bir asker, “Okul müdürünü yüzbaşı çağırıyor” dedi. Ortaokulun müdür odasına vardığımda dolabı açmış, masanın çekmecesini de zor kullanarak açmaya çalışıyordu. Askerlerden “manivela” istedi. Kırarak açmak istediği belliydi.
“Anahtarı vardır, niye istemiyorsunuz?” dedim.
“Anahtarı ver” dedi.
Burasının ortaokulun müdür odası olduğunu söyledikten sonra Ahmet’e haber saldım anahtar için, Urfa’da unutmuş. Manivela ile çekmeceleri zorlayınca, “Ne yapıyorsunuz? Niye kırıyorsunuz? Yarın anahtarı getirir açarız” dedim. Çekmeceleri açmaya çalışırken yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:
“Nerelisin sen?”
“Malatyalıyım.”
Manivela ile çekmeceyi kırmaya çalışmak için uğraşırken;
“Neresinden?” dedi.
“Hekimhan” dedim.
“Memurun maaşını niye vermedin?”
“Benim memurum yok.”
“Bordrolarınızı kim yapıyor?”
Öğretmen arkadaşlardan birinin yaptığını söyledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı;
“Sen ortaokulun müdürü değil misin?”
“Ortaokul binamızda eğitim-öğretim yapıyor. Bu oda idare odası, üç dersliği de onlar kullanıyor.”
“Buraya Malatyalıları doldurmuşsun. Peki, iki öğretmenin tayinini niye çıkarttın?”
“Ben vali ya da Mili Eğitim Müdürü değilim. Tayin komisyonunda da değilim. Bu nedenle kimsenin tayininin çıkmasında yetkili olamam.”
“Siz iki müdür buradan gideceksiniz.”
“Neden olmasın? Biraz da başka yerde çalışırım. Benim için ülkenin her yeri bir...”
Çekmeceleri kırmış ve karıştırıyordu...



Üçüncü Günden...

Yer beton, hava soğuk, ortam daha da soğuk. Bazen işkenceyi düşündüğüm oluyor. “Ya bana da işkence yaparlarsa? Ya işkencede ölürsem? Yirmi sekiz yaşındayım ve ölümden korkuyorum. Eşim, oğlum, kızım şu an neredeler, ne yapıyorlar? Evde yalnız kalabiliyorlar mı? Korkmazlar mı?
Şair, “Ölüm, hoş geldi sefa geldi” diyordu. Başka bir şair de şöyle diyordu:

“Şu dünyada üç nesneden korkarım
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”


Daha başka bir şair bunu şöyle tamamlıyordu:

“Ölüm haktır, öleceğiz.
Ayrılık da şöyle böyle,
Ya yoksulluğa ne diyeceğiz?”


Ölürsem eşim ve çocuklarım gurbet ellerde ne yaparlardı?
Hayır, hayır! Artık ölümden korkmuyorum! Az yaşasam da, çok yaşasam da sonu ölüm. Olsun da 28 yaşında olsun! Ölümden korkmuyorum artık! İşkence mi? O daha ölümün bir parçası... Bir yandan ölümü düşünürken, bir yandan da manevi büyüklerimizin koruyuculuğuna inanıyordum. Çok geçmeden buradan çıkacağımı da düşünüyordum.
Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam arabesk yok! Kutsal Cuma akşamı olduğundan mı acaba? Arkadaşlar, “Haber gelmiş, yarın bırakacaklarmış” dediler. Askerler konuşurlarken duymuşlar. Hemen hepimiz türkülerle tanışıktık. “Aldırma Gönül”, “Dostum Dostum”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, “Altın hızma mülayim” derken sıralandı türküler. Sahnede duran Antalyalı asker elindeki sert plastik copla hareketler yaparak eşlik ediyordu:

Sen ağlama anam dertlerin çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz


Çıkarken...

Girişteki bölmenin önüne geldiğimde göz bağını çıkarmamı söyleyerek yandaki sandığı işaret ettiler, oraya attım. Kalın camlı gözlükleri olan içerideki asker, “Bir yerinde yaran var mı?” dedi.
Tatlı tatlı kaşınan ellerimi uzatarak “Yara yok da biraz şiş var” diyerek gülümsedim. Zoraki gülümseyen asker önündeki deftere on parmağımızın izini aldı. Demek ki işin kolayını bulmuşlar. Parmaklar şişince izleri daha belirgin oluyor. Çevreme bakındım, merdivenin başında yanında bir astsubay ile İshak Çavuş duruyordu. Bakındığımı görünce, “Kaç yaşındasın?” dedi. “Yirmi sekiz” deyince yanındaki astsubaya dönüp bir şeyler söyledi. Sahnenin bulunduğu yere gönderildim, tutanakla eşyalarımı teslim ettiler. Antalyalı askerin uzattığı kâğıdı imzalamadan önce okumak istediğimi söyledim.
“Şimdi okumanın sırası değil. Birisi eşyalarınızı teslim aldığınız, diğeri de serbest bırakıldığınız için” dedi. Kemerimi almak istediğimde bir kemer alıp uzattı.
“Bu benim kemerim değil” dedim.
“Bu kadar kemerin içinde senin kemeri nerede bulalım? Dur bakalım, sana iyi bir kemer bulayım” diyerek onlarca kemerin içinden motifli bir deri kemer seçip uzattı. Yine benim kemerim olmadığını söylediğimde;
“Olmasın, bu iyi bir kemer, bunu al” dedi.
Kemeri aldım, cebimden çıkan paranın hepsini askere verdim.
“Akşamki çayların parası” dedim.
Oldukça bozuk para vardı. Paraya bakınıyordu...
“Olsun, hepsi sende kalsın” dedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder