24 Aralık 2016 Cumartesi

"Onları Ben Yaptırmıştım..."

“ONLARI BEN YAPTIRMIŞTIM…”

1974 yazı… Urfa Yetiştirme Yurdu’nun bahçesinde, asmanın altındaki kare yüzeyli masaya dirseklerimi dayamış, çevreyi izliyorum. Mutfaktaki kap kacak sesleri musluktan akan suyun sesine karışıyor. Yaz olduğu için çocukların çoğu yakınlarının yanına gitmişti. Yurtta kalanlar da su bidonunun çevresinde, duvarların dibinde, tuvaletin kapısı önünde, dış kapının çevresinde dolanıp duruyorlardı. Bekçi Cemal Taş kapının yanında durmadan tütün sarıp tüttürüyordu.
Dışarıdan bir adam girdi, bekçiyle konuşmaya başladı. Bekçi eliyle beni işaret ediyordu. Adam, merdivenleri çıkmaya başladıkça oldukça uzun boylu ve kalıplı birisi olduğu daha iyi görünüyordu. Dimdik yürüyen bir heykel gibiydi. Belirsiz kaşları, çok kısa saçları ve bıyıksız durumuyla asker emeklisini andırıyordu.
“Hoş geldiniz, öğretmen Süleyman Özerol” diyerek kendimi tanıtıp elini sıktım.
“Öğretmen ney?” dedi uzattığım sandalyeye otururken. Yeniden söyledim. “Ben de Milli Eğitim Bakanlığı 6. Şube Müdürü Reyzi Pamir” diyerek kendisini tanıttı. Bir süre sonra “Aslında ben de öğretmenim” dedi. Nereli olduğumu sordu. “Malatyalıyım” deyince dikkatle bakarak, “Mezun olduğun okul da mı Malatya’da” dedi. Akçadağ İlköğretmen Okulu 1972 mezunu olduğumu ve ilk görev yerimin de burası olduğunu söyledim. Hiç gülmez izlenimi veren yüzünde çocuk sevinmesi gibi bir gülümseme belirdi. Sanki kırk yıllık bir tanıdığı ile karşılaşmıştı.
“Ben de oradaydım” dedi yavaş bir sesle.
“Her halde çok önceleridir” dedim.
“Evet, evet, orada okumadım ama öğretmenlik yaptım. Köy enstitüsü iken eğitim şefiydim.”
Oturduğu sandalyeye iyice yerleşecekmiş gibi kımıldandı. Zaten sandalye gövdesine göre çok ufaktı. Yüzünde çok çalışmış da yorulmuş bir insanın mutluluğu okunuyordu. Eğilerek yavaşça konuştu;”İstasyona giden yolun kenarında levhalar vardı, onlar duruyor muydu? Üzerlerinde de yazılar vardı.”
“Hayır, hatırlamıyorum", derken birden ikisi sağlam, diğerleri kırılmış olan mezar taşı gibi levhalar aklıma geldi. “Ha, onlar mı?” dedim.
“Evet, evet, onlar onlar!” dedi heyecanla.
“İkisi sağlamdı, birkaç tanesi de kırılmıştı. Ancak sağlam olanların üzerinde herhangi bir şey yoktu.
Daha iki dakika önce çocuk gibi sevinen ve mutluluk içinde gülümserken hüzünlendi birden. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi ağlamsı bir durum aldı yüzleri. Levhaların o durumda olmasında suçlu kendisiymiş gibi, yere bakarak yavaşça söylendi;
“Onları ben yaptırmıştım! Sonsuz bir boşluğa bakar gibiydi… “O levhaların üzerine Atatürk’ün, İnönü’nün, Hasan Ali Yücel’in, Tonguç’un ve daha birçok eğitimcinin sözlerini yazmıştık öğrencilerimle. Hem de yolun sağ yanı istasyona kadar…”
Durumundan o kadar etkilenmiştim ki neredeyse ağlayacaktım. Bir süre sessiz kaldık. Sanki levhaların yasını tutuyorduk. Yirmi beş yıl önceki emek ve imece ürünü olan bu levhaların yok olduğunu duymak elbette ki acıydı…
Hekimhanlı olduğumu, bizim köyden bazılarının o dönemlerde okuduğunu söyleyince;
“Kimler?” dedi heyecanla.
“Ali Öztürk, Avni Oktay” diye sıralamaya başlamıştım ki; “Mezirmelisin öyleyse” diyerek sözümü kesti. Komşu köylerden olan bazı adlar saydıktan sonra Abbas Dülger adlı öğrencisinin Urfa’da olduğunu ve görmek istediğini söyledi. Daha önce yurtta müdür olduğunu, şimdi ise ilköğretim müdürü olarak görev yaptığını, emekliye hazırlandığını söylediğimde, yıllardır görmediğini görse iyi olacağını, bulabilirsem memnun olacağını söyledi.
“Çayınız hazırlanıncaya kadar size haber getiririm” diyerek kalktım. Bekçiye çay hazırlamasını söyledikten sonra çıktım.
Haşimiye Meydanı’na varmadan solda bir apartmanda oturuyordu Abbas Dülger. Kapıyı çaldığımda oğlu İbrahim çıktı. Durumu anlatınca, evde olmadığını, gelince mutlaka haber vereceğini söyledi. Geri döndüğümde çay hazırlanmıştı. Daha ikinci çaylarımızı bitirmeden Abbas Dülger bahçe kapısından göründü. Bulunduğumuz yere doğru disiplinli bir enstitülü gibi yürürken ikimiz de ayağa kalktık. Reyzi Pamir’in elini öptü, ben de kendisine “Hoş geldiniz” dedim, sandalyelerimize oturduk, konuşmaya başladılar. Yıllarını eğitime vermiş iki öğretmenin otuz yıla yakın bir zaman sonra öğretmen-öğrenci olarak karşılaşması beni oldukça duygulandırmıştı. Bu iki insanın mutluluğunu izlemeye başladım.
Bir süre sonra Reyzi Pamir bana dönerek, “ Çok teşekkür ederim, sana da zahmet oldu. Yıllar sonra karşılaştık, bizim biraz konuşacaklarımız var, sen istersen çıkabilirsin” dedi. Nöbetçi olduğumu söyledim ve izin isteyerek ikisini baş başa bıraktım. Uzun uzun konuştular, sonra da birlikte yurttan ayrıldılar…
Malatya’da zaman zaman bu olayı anlattığım oldu. “İriyarı, pembemsi geniş yüzlü…” diye anlatmaya başladığımda tanıyanlar, ”Haaa, Reyzi Pamir!” diyorlardı hemen. Sonra da onunla ilgili anılarını ve özelliklerini anlatıyorlardı. İşlerini zamanında ve eksiksiz yapar; tüm öğrencilerin adlarını, numaralarını, nereli olduklarını bilirmiş. Bütün bu anlatılanlar Reyzi Pamir’in güçlü bir belleğe, sağlam bir kişiliğe sahip, dürüst bir eğitimci olduğunu; Atatürk ilke ve devrimlerinden kesinlikle ödün vermediğini gösteriyordu.
Akçadağ Köy Enstitüsü’nden söz açıldığında hep Urfa Yetiştirme Yurdunda karşılaştığımız Reyzi Pamir’i anımsarım. Ağlamsı yüzünü anımsadıkça üzülür, mutlu gülümsemesinin yayıldığı pembemsi, geniş yüzünü anımsadıkça da sevinirim…

1 Temmuz 1993-Malatya
Divriği Harman Dergisinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder