31 Mart 2018 Cumartesi

‘Dil, Düşüncenin Evidir’, Onu iyi Kullanmak Gerek…

‘Dil, Düşüncenin Evidir’, Onu iyi Kullanmak Gerek…


‘Milli duruş, şühedaya vefa, millete beka’ ,“Yeni sistem beka sorununu çözecek”...
 Milli, duruş, şüheda, vefa, mili, beka…
Bu sözcükleri tek tek inceleyelim.
Milli: Millet ile ilgili, millete özgü, ulusal
Duruş: 1. Durmak eylemi ya da durma biçimine verilen ad. 2. Durum alış, davranış, tutum, tavır…
Şüheda: Şehitler
Vefa: 1. Sözünde durma, dostluğu sürdürme. 2. Sevgi bağlılığı
Millet: 1. Ulus 2. Bazı özellikleri olan topluluk (halk ağzında). Erkek milleti, doktor milleti…
Beka: ölümsüzlük, ölmezlik, kalıcılık…
‘Bunlar da nereden çıktı?’ diyecek belki de bazı okurlar. Haklılar; birden bazı sözcüklerin anlamını vermekle giriş yaptım. Bunlar, milliyetçi olduğu öne sürülen partilerin söylemleri. Altı sözcükten yalnızca biri Türkçe; duruş… Duruş, “durmak” fiilinin “dur” kökünden türetilmiş bir sözcük…
Türk Dil Kurumu, ‘Türkçe Sözlük’ dışında halk ağzından derlemeler yaparak ‘Derleme Sözlüğü’, kaynaklardan taramalar yaparak ‘Tarama Sözlüğü’ ve ayrıca çeşitli konularda sözlükler (Uygulayım Terimleri̇ Sözlüğü, Dil Bilimi Terimleri Sözlüğü, Veteriner Hekimliği Terimleri Sözlüğü, Ayaktopu Terimleri Sözlüğü...) hazırlamıştır. Bunlarla ilgili çalışmalar sürerken Arapça ve Farsçayı yeğleyenler, İstiklal Marşı, sigara, hostes gibi sözcükler için öne sürülen ama kabul edilmeyen karşılıkları dillerine dolayarak kurumu eleştirmişler. Laik düşüncenin sonucu olarak özgür düşüncenin gelişmesini istemeyen, kendilerini ‘âlim’ (bilgin) göstermek için Arapça ve Farsça sözcükleri yeğleyenler ‘Yalnızca biz bilelim’ (!) mantığı ile hareket ederek halkın da öğrenmesini engellemekten başka bir şey yapmamışlar.
Ulus ile dini bir sanmak kadar cahilce düşünce kime özgü olabilir dersiniz? Türk İslam Sentezi adını verdikleri düşünce ile ulus ve din kültürünü özdeşleştirmeyi düşünenler, ne kadar yanılgı içinde olduklarını hala anlamış değiller. Anlamış olsalardı, Türk ulusundan Hıristiyan ve Musevi olanları da unutmazlardı...
Müslümanlığı Türklere özgü imiş gibi düşünerek hareket ederken Arapça ve Farsçayı yeğlemek ne kadar milliyetçilik olabilirdi?
Ancak bu kadar olurdu…
Konfüçyüs (M.Ö 551-M.Ö 479); Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılmaktadır. Çinli filozof eğitimci yazardır. Doğu uygarlığının en önemli temsilcileridir. Konfüçyüs’ün öğretisinde anaya ve babaya saygı insancıllık, merhametlilik, adalet gibi konular ağırlıkla yer alır.
Konfüçyüs’e sorarlar: “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Konfüçyüs cevap vermiş: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler düşünceleri anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılmaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Kaşgarlı Mahmut, “Dil, düşüncenin evidir” derken; Gerhard Kessler, “Dili gereksiz yabancı sözcüklerden uzaklaştırıp temiz tutmak; tıpkı vücudunu, vicdanını, evini, köyünü ve şehrini temiz tutmak gibi ahlâki bir ödevdir” demiş.
Montaigne, “Düşünce ve sanat adamları, sözleri ve yazılarıyla dile değer kazandırırlar” derken de düşünce ve sanat adamların rolünü belirtmiş.
İletişim aracı olarak ilk sırayı alan dili iyi kullanmak gerekir. Günümüzde bile hala birileri kalkıp da söylediklerinin ne anlama geldiğini, kime ya da neye hitap ettiğini düşünmüyorsa dile de dili anlayanlara da önem vermiyor demektir. Amaç illa da Arapça ve Farsça dillerini yüceltmek ise o başka…


12 Mart 2018 Pazartesi

Sakin Olmak ve Bazı Güncel Konular Üzerine

Sakin Olmak ve Bazı Güncel Konular Üzerine

9 Ocak 2018 günü yakınımızda buluna 19 Mayıs Hastanesine gittik hanımın göz kontrol için. O kontrolü beklerken kahve içmek için kantine gittim. Ozan der başkanı Kenan Şahbudak 13 Ocak günü yapılacak genel kurul için aradığında konuşurken televizyon haberlerinde savaş, siyaset, gasp, trafik kazaları, çocuk istismarı, fuhuş ve daha pek çok konu yer alıyordu. Âşık Veysel demiş ya;

Derdimi dökersem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider

Büyün bunlar olurken sakin olmak sözcüğü kafama takıldı. Bir yöre insanı ya da bir yörede oturan anlamındaki sakin değil elbette…
Sakin; davranışlarda soğukkanlılık…
Sakin olmak (sakinlik); soğukkanlı olma durumu, dinginlik…
Sakinleşmek; sakin duruma gelmek, durgunlaşmak, yatışmak…
Sakin durmak; durgun, sessiz, kimseye karışmadan davranmak…
Genel anlamda insan psikolojisinin, kendisi için rahat olma durumunun ifadesi denilebilir. Durgun, hareketli olmayan, heyecansız gibi kavramaları da barındırır.
Bekleme salonuna geçip oturdum. Bir elinde telefon birinde tablet, gözlüğü yüzünü neredeyse kapatmış, başı kapalı etekleri yeri süpüren oldukça genç bir bayan gelip sağ yanıma oturdu. Aynı giyimli bir başkası onun soluna, Anadolu’nun geleneksel giysileri ile rahatsızlığı yüzünden okunan seksen yaşında bir kadın da onu soluna oturdu.
Elinde tablet telefon olan gözlüğünü çıkardı, takma kirpikli, çevresinin tamamen boyalı gözünü telefona dikti, tablet de açık ve Arapça yazılar görünüyordu. Gözü telefonda ne yapıyorsa, tablete baktığı yoktu ama herkese görünüyordu...
İki gâvur icadı bir Müslüman işi…

Orhan Veli Kanık’ın şiirini anımsadım.

Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!


İkinci dünya savaşı dönemlerinde yazılan bir şiirde Orhan Veli; 1945 yılında Japonya’ya atılan atom bombasından 1948 yılının Şubat ayında yapılan, SSCB'nin katılmadığı İngiltere, Fransa ve ABD'nin Batı Almanya'daki işgal bölgelerinin konumunu belirledikleri toplantıdan söz eder.

Bir elinde telefon
Bir elinde tablet
Seni ne ilgilendirir
Hak hukuk adalet


Galiba Orhan Veli’den oldukça etkilenmişim, bir zaman ters öğüt yazmıştım. İşte birkaç dizesi…

Nene gerek
El için çile çekmek
Ye, iç, yat
Ayağını da ayağının üstüne at


Resim yapmak, fotoğraf çekmek, film ve televizyon izlemek ve daha pek çok “şey” günah değil miydi? “Saz çalmak el ile şarkı söylemek ağız ile zina etmektir” diyenler kendileri değil miydi? Edison’u cennete layık görmeyenler kendileri değil miydi? Bugün o günah dediklerini en çok yapanlar ise kendileri. Teknolojiyi para için kullanırken hiçbir şeyi araç etmekten çekinmeyenler kendileri. Hala bilmem kaç televizyonda bilim tekniğe, aydınlanmaya, tıpa hakaret ediliyor, yetmiyor küfür ediliyor, yetmiyor insanların katledilmesi öğütleniyor. Uluslararası yasalarda ve anayasamızda fikir ve söz hürriyeti var ama hakaret etme, katletme hürriyeti yok! Nedense bunlara da kimse karışmıyor…
Bugünlerde dinin güncellenmesi gerektiğinden söz ediliyor. Beş yüz yıl önce Osmanlı hala toprağına toprak katmak ve “cihat” sevdasında iken, Avrupa reform hareketlerini gerçekleştirerek dinde güncelleşmeyi gerçekleştirmişti. Galiba laiklik ilkesinin en güzel güncellenme olduğu unutuluyor…
Sakin olmaktan söz etmiştim ya; sakin olalım, akıl ve bilimi, teknolojiyi en geçerli yol gösterici olarak kabul edelim, pek çok sorun çözülecektir…

(Malatya SÖZ, 12 Mart 2018)
 

13 Aralık 2017 Çarşamba

Gitgide Artan Hoş Olmayan Durumlar

GİTGİDE ARTAN HOŞ OLMAYAN DURUMLAR
Güngör Bebek’in derlediği Hekimhan ile ilgili yerel söz ve deyimlerin toplandığı “Hekimhanca” kitabının ikinci baskısını matbaaya verdikten sonra “Yenilenen Köy Ballıkaya” çalışmamı düzenlemeye karar verince bir süre dosya ile ilgilendim. Bazı dosyalara da göz attım, derken saat 17.00’de Kızılay’da, Atatürk Bulvarı'nda Güven Park karşısında indim.
Otobüs duraklarından birinde tek başına oturan bir adam vardı. Bir doksan boylarında iriyarı, hep yere bakıyordu. Karton kutuları katlamış üzerine oturmuş, ayakları altına ve arkasına da koymuştu. Ayaklarına gazete sarmıştı ama bilekleri ile dizi arası maviküf rengine dönüşen bir biçimde görünüyordu. Tek başına bir durağı işgal etmiş, yolcular durağın kenarlarında bekliyordu. Bacaklarındaki mavi lekeleri görünce “zehirlenme mi yaşamış acaba?” diye düşündüm.
Bu adamı aylardır aynı çevrede görüyorum. Kar yağışlarında ve yağmurun şiddetli yağdığı zamanlarda da gördüm. Ayakları çıplak, kaldırıp indirerek aynı çevrede dönüp duruyordu.
Acaba “devlet” denen kurumun hiçbir görevlisi görmüyor muydu? Otobüs durağını işgal etmesini, kangren olma durumuna gelmiş bacaklarını nasıl kimse görmezdi? Hiç kimsenin aklına hastaneye yatırmak, tedavi ettirmek gibi bir düşünce gelmemiş miydi acaba?
Yalnızca bu adam mı?
Hemen ileride gökdelen var, önünde çok kez rastlıyorum; yere uzanmış beyazlar içinde genç bir adam ve başında bir kadın. Kadın elini uzatıp merhamet sözcükleri ile dileniyor. Hasta imiş! Sağlam insanların hasta olduğu ortamda nasıl oluyorsa “hasta” dediği adam bu kışta kıyamette orada yatabiliyor…
Bir başka konu da yine Kızılay’da yer altı treni giriş çıkışlarında özellikle de merdiven başlarında kâğıt peçete, kalem ve benzeri şeyleri satmaya çalışanlara rastlıyoruz. Dikkat etmezseniz burnunuzun ya da gözünüzün dibine sokulanlardan dolayı tepetaklak gidebilirsiniz.

Bir başkası…
Karlı kışlı soğuklarda eliyle ittiği tekerlekli sandalyesi ile iki bacağı engelli olan kişi kış ortamlarında otobüs duraklarında kalabalıkların içine karışıyor, “Allah rızası için” diyerek “para” dileniyor.
Giyimli ve sağlam insanlar üşürken bunlar nasıl üşümüyor?
Karlı buzlu bir kış gününde Milli Piyangonun karşısında dizkapağından aşağısı çıplak adamı dilenirken gördüğümde bu soruyu birilerine sordum. Bazıları merhem türü bir ilaç sürdüklerini söyledi. Bazıları tiroit bezinin çok çalışmasına bağladı. Bazıları da uyuşturucu kullandıklarını söyledi.
Bunların yanında Suriye göçmenlerinin acıklı durumu da göz önünde… Hemen her yerde sokak başlarında, caddelerde yerlere serilmiş kadınlar ve çocuklar ağırlıklı dilenenler… Hele de çocukların durumu içler acısı, ne bulurlarsa alıyorlar, yiyecek ise yiyorlar, toza toprağa beleniyorlar. Bazen çaresizliğimden ağlamak istiyorum bunları gördükçe, tıkanıyorum, ağlayamıyorum.
Öyle ya da böyle devletin toplumsal görevlerinden biri de yurttaşlarını sağlıklı yaşatmaktır. Göçmenler de gelmişse ve kabul edilmişse onların da insan gibi yaşaması için çaba gösterilmelidir.
Belki birileri her şeye baktıkları gibi yazdıklarıma da at gözlüğü ile bakacak, Ramazan ayına bağlayacaktır. Oysa ilgisi yok, çünkü on beş yıldır kış dönemi Ankara’da yaşıyorum, bu anlattıklarım gitgide artan ve de hoş olmayan durumlar. Durup düşününce yine birilerini öne sürdüğü pek çok şeyin gerçek olmadığını, işlerin pek de iyiye gitmediğini görüyoruz…


(2016 Haziranı ortalarında yazmıştım, ancak konular güncelliğini koruyor).

24 Kasım 2017 Cuma

Öğretmenler Günü Anımsatıyor

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ANIMSATIYOR
Urfa, 1972













Öğretmenler Günü anımsatıyor...
1972 yılı yaz döneminde Akçadağ İlköğretmen Okulunu bitirdim.
Urfa Merkez, Öğretmenliğe başladığım zaman, 1972...
İlk görevim Yetiştirme Yurdu Öğretmenliği
O zamanlar bir şiir yazmıştım kendimce...

Mesleğim

Malatya’ya bağlı Hekimhan ilçesinin
Ballıkaya köyünden Hasan oğlu
Süleyman Özerol
Sekiz yüz yetmiş lira maaşlı
Dokuz yıl mecburi hizmetli
Bir öğretmenim
Önemsenmeyen, hor görülen
Kutsal meslektenim...


Urfa, 12 Kasım 1972

Daha sonra şiiri özleştirerek aşağıdaki biçime dönüştürdüm.

Ben bir öğretmenim
Önem verilmeyen
Hor görülen
Kutsal meslektenim


12 Eylülden sonra Siverek'e sürgün edildiğimde şiirime yeni bir biçim verdim.

Ben Bir Öğretmenim

Ben bir öğretmenim
Önemsenmeyen hor görülen
Oysa kutsal olan meslektenim

Ben ki okumayı öğretirim
Yazmayı öğretirim çocuklarımıza
İnsanlığı sevgiyi barışı öğretirim
Bir yapı hazırlarım yarınlarımıza

Dün benden sorulur
Yarınlar benden sorulacak
Çünkü ilk basamak benim


Siverek, 7 Eylül 1981
(S. ÖZEROL: Gözlerime Bakma Ne Olur, Ankara 206, s. 39)

25 Eylül'de Malatya Battalgazi Toygar'da göreve başladım. 1985'de Boran Köyü İlkokulu açtım. 31 Aralık 1987 günü Yeşiltepe Ahmet Parlak İlkokulunda dört yıla yakın çalıştım. Ekim 1991, bir sürgün daha; Malatya Merkez Ş. Yzb. Hakkı Akyüz İlköğretim Okuluna. Buradan emekli olduğumda 25 yıl 7 ay görev yapmıştım.
Derken yirmi yıl bitmek üzere emekli olalı.
Ne mi yapıyorum?
Hala öğretmenlik diyebilirim...
Neden mi?
Meslekte iken daha çok çocuklara ve ailelerine hitap ederken, şimdi basın yayın ile dünyaya hitap ediyorum.


Ankara, 24 Kasım 2017

24 Ekim 2017 Salı

Küçük Kızın Akşam Öğünü



KÜÇÜK KIZIN AKŞAM ÖĞÜNÜ


5 Şubat 2015, Perşembe...
Ulus'ta matbaaya uğradım, dönüşte yeraltı treni ile Maltepe'ye kadar geldim. Yeraltı treninden inince merdivenleri çıktığımda elinde kâğıt mendil gelip geçene uzatan yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu gördüm. O yana bu yana sallanıp duruyordu. Hemen yukarıda merdivenin başında ise, dişlenmiş sapsarı armut gözüme, yanında bir oyuncak araba tekeri ve bir market reklamı vardı. Bunların sahibi de kaldırımın kenarında oynayan daha küçük yaşta bir kız çocuğuydu. Karanlıkta pek belli olmuyordu ama elindeki çöp ya da başka bir şeyi durmadan yere sürtüyordu.
Bu saatte bu kız çocukları bir mendil satarak "para" mı kazanıyorlardı acaba? Yoksa annelerinin iş yapmasına engel oldukları için buralara mı gönderilmişlerdi. Ya da buncağız çocukların gece vakti kentin her yerinde bulunmaları için daha başka nedenler mi vardı?
Bazılarına sorarsanız Allah rızklarını verir...
Birilerine sorarsanız bu çocukların sokaklarda dolaşmaları değil, din, iman, Osmanlıca öğrenmeleri gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu yaşlarda başlarına çaput sarmaları gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu çocukların satıcılık yapması değil bilimsel eğitim alması gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, kimseleri yoksa ya da ailesi bakamıyorsa yetiştirme yurtlarında kalmaları gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, bunların hallerine ağlanması gerekiyor.
Ben de bir şey yapamadım ve ağlamak istedim, ağlayamadım; içimden ağladım...
Nedense hep aklıma 1972 yılında ilk göreve başladığım Urfa Yetiştirme Yurdu gelir bu çocukları gördüğümde. Daha 19 yaşındaydım ve benden büyük çocuklara öğretmenlik yapmıştım orada. Aslında o yaşta idim ama çok büyüktüm! Çünkü hala o zamanki ruhu taşıyorum.
Eti yenilmeyen, gönü giyilmeyen insanın bir tatlı dili, bir güler yüzü olması için nelerin gerekli olduğunu o yaşımda öğrenmiştim. O yaşımda benden büyüklere analık babalık yapmıştım. Orada yaşadığım bazı anılarımı unutamam. Üç çocuk babası yurt müdürünün, çok yönlü engelli ve kimsesiz hem de emanet bırakılan çocuğu Viranşehir ilçesine götürüp halk deyimi ile “seyiplemesi” hiç aklımdan çıkmaz. Diyarbakır'dan yuvadan getirdiğim Mehmet Ali'nin sobadan tutuşup yanmasını da unutamam...
Ve yine aklıma küçük kızın akşam öğünü bir armut takılıyor. Bir kez dişlediği, oynamak uğruna oyuncağı ile duvarın üzerine bıraktığı sapsarı armut...
Eh, yetkililere Allah din iman versin...
Bu zavallı çocuklara ne versin peki?


(Malatya Söz Gazetesi)

14 Eylül 2017 Perşembe

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?
Eylül ayı, “Kış Sezonu” denen dönemin başlangıcı olup, okulların açıldığı, kış hazırlıklarının son hızla sürdüğü, pek çok meyve ve sebzenin olgunlaştığı ve doğanın yavaş yavaş sararmaya başladığı bir ay...
Eylülde nedense bazı insanlarda karamsarlık duyguları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlar. Bazı insanlar ise bir sonraki mevsime daha iyi hazırlanma çabası içindedir.
Ben de Ekim ayı ortalarında Ankara’ya dönersem hazırladığım kitaplardan en az üç ya da dördünü bastırmayı, 2018 ve 2019 yıllarında bastırmak istediğim çalışmaları, dergi çıkarma düşüncesinin getirdiği tasarıları düşünmeye başladım.
Basındaki bir haber de dikkat çekici idi…
HDP’li Aysel Tuğluk, cezaevinden özel izinle annesinin cenaze törenine katılır. Batıkent’teki bir cemevinde yapılan törenin ardından cenaze İncek mezarlığına getirilir. Burada bir grup, “Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni Mezarlığı değil” diyerek törene katılanlara saldırıp, cenazeyi ailenin almaması durumunda kendilerinin çıkaracağını söyleyerek tehdit ederler. Aile de cenazeyi gömüldüğü mezardan çıkararak Dersim’e gönderir…
İşte bu faşist tutum üzerine, cenazeye saldırmak eyleminin nereye sığdırılacağını düşündüm. Bugünlerde Facebook denen toplumsal paylaşım sitesinde sıkça görünen, "Ne düşünüyorsun?" sorusu üzerine yanıtlar, daha doğrusu karşı sorulu yanıtlar vermek gereksinimi duydum.
"Ne mi düşünüyorum?" diyerek başladım ve sıraladım.


Galiba dinciler ve ırkçılar dünyayı kana bulayacaklar. Ölüleri bile rahat bırakmıyorlar.
Katliamcıları düşünüyorum. Faşist köpekler nasıl uyuyorlar acaba?
Kin ve nefret saçanlara, katliamcılara neden bu kadar değer veriliyor acaba?
Bu halk, pek de özelliği olmayanları hangi akıl ve mantık ile baş tacı ediyor acaba?
Halk, dini özellikle siyasete ve ticarete alet edenlere, halka hakaret edenlere, ayrıştıranlara neden tepki göstermiyor acaba?
Fetullah Gülen ile yarım yüzyıldır iç içe, koyun koyuna yaşayanlar, başkalarını hangi yüzle Fetullahçılık ile itham edebiliyorlar acaba?
Ankara’da bir üniversitemizde öğrencilerin alınteri ile kurulan ormanı yok edip de, “şu kadar kestik” diye öğünen büyükşehir belediye başkanı doğayı katletmenin “katillik” olduğunu bilmiyor mu acaba?
O kadar çok düşünülecek konu, o kadar çok sorulacak soru ve yanıt var ki; ancak birkaçını dile getirmeye çalıştım.
Ülkemizde kendilerinden başkasının yaşamasına tahammül edemeyenler var oldukça toplumsal barıştan söz edilemez elbette...
Bütün bu sorunlar yaşanırken demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, eşitlik ve adaletten nasıl söz edeceğiz acaba?
Tam faşizm yaşanıyor, daha ne denebilir ki?
Sahi cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?


14 Eylül 2017

12 Eylül 2017 Salı

On İki Eylül Sıcağı Sürerken

On İki Eylül Sıcağı Sürerken...

"12 Eylül Mantığı" belki de ülkemizin en kötü döneminin ürünü olarak zaman zaman karşımıza çıkıyor.
Bir yüzbaşının bir okulun resmi evrak masasını açma yöntemi, işkence ve kutsal değerlerin arkasına sığınmak...

Demek ki faşizm yaşıyor...
"Anıya Benzer" anı-deneme kitap taslağının birincisi tamamlandı. İkincisi,"On İki Eylül Sıcağı Sürerken" başlığı altında 12 Eylül anılarımla başlayacak.
Bölümler buradan alıntı yapıldı.


İlk Günden...


16 Mart 1981 günü hava çok güzeldi. Öğleden sonra ikinci dersin teneffüsü yakınken hanıma çay demlettim. On beşten fazla bardağı bir tepsiye koyarak köşedeki kuyunun betonu üzerine götürdüm, demlikleri de getirttim. Zil çaldığında öğretmenleri çağıracaktım ve birlikte çay içecektik. Okul binası ile lojmanların arasındaki boşluktan birkaç cemsenin geçtiğini görünce, “Yine doğuya doğru bir yere operasyona gidiyorlar” diye mırıldandım. Okulun doğusundaki geniş alana döndüklerinde ise operasyonun bizim için olduğunu anladım. 
Gelenler çocukları okul bahçesinde sıra yapmamızı söylediler. Merakla biriken köylüleri okulun bahçesine sokmadılar, caminin yanındaki yolda beklettiler. Yüzbaşı, bakkal Uğurlu Hasan’ı “kimliği yok” gerekçesi ile tokatlamaya başladı. 14 cemse ve dört-beş sivil araçtan inen sivil-asker görevliler her yana dağıldılar, okul çepeçevre silahlı adamlarla kuşatıldı. Caminin yanındaki yolda dizili olan köylüler olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
Müdür odasına gittiğimde elinde uzun namlulu silahıyla bir sivil polis pencerenin önünde ve masanın üzerinde duran kitapları göstererek, “Bunlar niye burada?” dedi. Mart ayı mali yılbaşı olduğundan demirbaş eşya sayımı yaptığımı söyledim. Bir süre orayı burayı karıştırdı. Gelen bir asker, “Okul müdürünü yüzbaşı çağırıyor” dedi. Ortaokulun müdür odasına vardığımda dolabı açmış, masanın çekmecesini de zor kullanarak açmaya çalışıyordu. Askerlerden “manivela” istedi. Kırarak açmak istediği belliydi.
“Anahtarı vardır, niye istemiyorsunuz?” dedim.
“Anahtarı ver” dedi.
Burasının ortaokulun müdür odası olduğunu söyledikten sonra Ahmet’e haber saldım anahtar için, Urfa’da unutmuş. Manivela ile çekmeceleri zorlayınca, “Ne yapıyorsunuz? Niye kırıyorsunuz? Yarın anahtarı getirir açarız” dedim. Çekmeceleri açmaya çalışırken yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:
“Nerelisin sen?”
“Malatyalıyım.”
Manivela ile çekmeceyi kırmaya çalışmak için uğraşırken;
“Neresinden?” dedi.
“Hekimhan” dedim.
“Memurun maaşını niye vermedin?”
“Benim memurum yok.”
“Bordrolarınızı kim yapıyor?”
Öğretmen arkadaşlardan birinin yaptığını söyledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı;
“Sen ortaokulun müdürü değil misin?”
“Ortaokul binamızda eğitim-öğretim yapıyor. Bu oda idare odası, üç dersliği de onlar kullanıyor.”
“Buraya Malatyalıları doldurmuşsun. Peki, iki öğretmenin tayinini niye çıkarttın?”
“Ben vali ya da Mili Eğitim Müdürü değilim. Tayin komisyonunda da değilim. Bu nedenle kimsenin tayininin çıkmasında yetkili olamam.”
“Siz iki müdür buradan gideceksiniz.”
“Neden olmasın? Biraz da başka yerde çalışırım. Benim için ülkenin her yeri bir...”
Çekmeceleri kırmış ve karıştırıyordu...



Üçüncü Günden...

Yer beton, hava soğuk, ortam daha da soğuk. Bazen işkenceyi düşündüğüm oluyor. “Ya bana da işkence yaparlarsa? Ya işkencede ölürsem? Yirmi sekiz yaşındayım ve ölümden korkuyorum. Eşim, oğlum, kızım şu an neredeler, ne yapıyorlar? Evde yalnız kalabiliyorlar mı? Korkmazlar mı?
Şair, “Ölüm, hoş geldi sefa geldi” diyordu. Başka bir şair de şöyle diyordu:

“Şu dünyada üç nesneden korkarım
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”


Daha başka bir şair bunu şöyle tamamlıyordu:

“Ölüm haktır, öleceğiz.
Ayrılık da şöyle böyle,
Ya yoksulluğa ne diyeceğiz?”


Ölürsem eşim ve çocuklarım gurbet ellerde ne yaparlardı?
Hayır, hayır! Artık ölümden korkmuyorum! Az yaşasam da, çok yaşasam da sonu ölüm. Olsun da 28 yaşında olsun! Ölümden korkmuyorum artık! İşkence mi? O daha ölümün bir parçası... Bir yandan ölümü düşünürken, bir yandan da manevi büyüklerimizin koruyuculuğuna inanıyordum. Çok geçmeden buradan çıkacağımı da düşünüyordum.
Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam arabesk yok! Kutsal Cuma akşamı olduğundan mı acaba? Arkadaşlar, “Haber gelmiş, yarın bırakacaklarmış” dediler. Askerler konuşurlarken duymuşlar. Hemen hepimiz türkülerle tanışıktık. “Aldırma Gönül”, “Dostum Dostum”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, “Altın hızma mülayim” derken sıralandı türküler. Sahnede duran Antalyalı asker elindeki sert plastik copla hareketler yaparak eşlik ediyordu:

Sen ağlama anam dertlerin çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz


Çıkarken...

Girişteki bölmenin önüne geldiğimde göz bağını çıkarmamı söyleyerek yandaki sandığı işaret ettiler, oraya attım. Kalın camlı gözlükleri olan içerideki asker, “Bir yerinde yaran var mı?” dedi.
Tatlı tatlı kaşınan ellerimi uzatarak “Yara yok da biraz şiş var” diyerek gülümsedim. Zoraki gülümseyen asker önündeki deftere on parmağımızın izini aldı. Demek ki işin kolayını bulmuşlar. Parmaklar şişince izleri daha belirgin oluyor. Çevreme bakındım, merdivenin başında yanında bir astsubay ile İshak Çavuş duruyordu. Bakındığımı görünce, “Kaç yaşındasın?” dedi. “Yirmi sekiz” deyince yanındaki astsubaya dönüp bir şeyler söyledi. Sahnenin bulunduğu yere gönderildim, tutanakla eşyalarımı teslim ettiler. Antalyalı askerin uzattığı kâğıdı imzalamadan önce okumak istediğimi söyledim.
“Şimdi okumanın sırası değil. Birisi eşyalarınızı teslim aldığınız, diğeri de serbest bırakıldığınız için” dedi. Kemerimi almak istediğimde bir kemer alıp uzattı.
“Bu benim kemerim değil” dedim.
“Bu kadar kemerin içinde senin kemeri nerede bulalım? Dur bakalım, sana iyi bir kemer bulayım” diyerek onlarca kemerin içinden motifli bir deri kemer seçip uzattı. Yine benim kemerim olmadığını söylediğimde;
“Olmasın, bu iyi bir kemer, bunu al” dedi.
Kemeri aldım, cebimden çıkan paranın hepsini askere verdim.
“Akşamki çayların parası” dedim.
Oldukça bozuk para vardı. Paraya bakınıyordu...
“Olsun, hepsi sende kalsın” dedim.