21 Nisan 2018 Cumartesi

Hekimhan Dergisi Süleyman Özerol’un Başarısı

Hekimhan Dergisi Süleyman Özerol’un Başarısı 














Üç ayda bir yayınlanan; kültür, sanat ve edebiyat ağırlıklı Hekimhan dergisinin ilk sayısı Kış 2018'den sonra, Bahar 2018 sayısı da yayınlandı. 
Araştırmacı yazar Süleyman Özerol zor olan bir işi daha başardı. 
‘Arguvan Türküleri’ kitabından sonra toplumun dikkatine sunulan kültür ve sanat ağırlıklı bu dergi her yönüyle Hekimhan kokuyor.
Ben Hekimhan deyince hekimlerin uğrak yeri ve durağı olarak düşünmeden edemiyorum. Bu durakta yaşayan tarih, kültür ve sanatın işlenişi bu dergide usumuzda yeni ufuklar açarken bir bakıma Hekimhan’dan uzakta yaşayanların sıla hasretine bir nebze olsun derman olmaktadır.
Hekimhan dergisi çok emekle ortaya çıkarılmış bir dergiden ziyade tarihe not düşen bir yapıt olarak yayın hayatındadır. Bunu ileri yıllara taşımak için Süleyman Özerol’un tek başına büyük gayret gösterdiğini biliyorum.
Süleyman Özerol anlatılanları, bildiklerini, öğrendiklerini kaydetmeyi alışkanlık haline getirmiş, hatta daha ileri giderek bunu kendisine bir prensip edinmiştir. Süleyman Özerol’un bu prensibi benim için doğruyu söylemek gerekirse yol gösterici olmuştur.
Sıcakkanlı insanların yurdu olan Hekimhan’ın adını taşıyan bu derginin yaşaması birçok konunun kayıt altına alınması, belgelenmesi, geleceğe taşınması bakımından önem taşımaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse Hekimhan dergisinin yaşaması ve ileri yıllara ulaşması için Hekimhanlıların Süleyman Özerol’a destek olmaları, üzerindeki ağır yükü paylaşmaları gerekmektedir. Ben yalnız başına da olsa Süleyman Özerol’un bunu başaracağına yürekten inanıyorum. 
Zülfikar SEZEN
Ankara, 21 Nisan 2018

Zülfukar Sezen ile 2001 yılında Ankara'ya geldikten itibaren basın alanında en çok birlikte hareket ettiğim bir ağabeyim olarak iletişimim halken sürüyor. Hakkında, 2016 yılında 'ZÜLFUKAR SEZEN/Yarım Yüzyılı Aşan Sanatından' adıyla bir de kitap yayınladım.
Sayın Zülfukar Sezen, Arguvan Türküleri kitabımız hakkında olduğu gibi sahibi ve yazı işleri müdürlüğünü yaptığım HEKİMHAN dergisi ile ilgili de bir yazı yazmış. Teşekkür ediyor, saygılar sunuyor ve yazısını sizlerle paylaşıyorum.

Süleyman ÖZEROL
HEKİMHAN Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü

16 Nisan 2018 Pazartesi

Okulumuzu Yok Ettiniz, Sevinin!

Okulumuzu Yok Ettiniz, Sevinin!

Malatya’da Atakan Müzik, Yeşim Binbir’in okuduğu “Sor” adlı türkü için gösterim çekimi yaparken bazı fotoğraflar yayınlamıştı. Bunlardan en çok dikkatimi çeken çökmüş tavan görüntüsü olmuştu. Bir gün sonraki fotoğraflarda çekimin altı yıl yatılı okuduğum Akçadağ İlköğretmen Okulunda yapıldığını ve fotoğrafın oradaki binalardan birine ait olduğunu öğrendim.
Yeşim Binbir’in okulumuzun yıkıntıları arasında çekim yapılırken söylediği türkünün sözlerini Âşık Ekberi yazmış, bestesini de Adıgüzel Göksu yapmış. Sözleri okuyalım…

Sana nasıl yandığını
Yüreğimin başından sor
Nasıl derde saldığını
Kirpiğinden kaşından sor

Şu sararan yüzlerimden
Takati yok dizlerimden
İster isen gözlerimden
Damla damla yaşından sor

Sinem üstü geziyorsun
Ezim ezim eziyorsun
Dört mevsime benziyorsun
Baharından kışından sor

Hem aşığın hem hayranın
Sonu ölüm bu yaranın
Ekberi’yi Arguvan’ın
Toprağından taşından sor


Ve 17 Nisan 2001 tarihli TBMM oturumu kayıtlarından Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancı’nın açıklamasını okuyalım.
“Şubat 1954 yılında öğretmen okullarına dönüştürülen 21 köy enstitümüzden 18'i, bugün, Anadolu öğretmen lisesi olarak hizmet yapmaktadır. 1999 yılında, Kültür Bakanlığımızca köy enstitüleri binaları koruma altına alınmıştır.”
2012 yılında okulumuzu 40 yıl önce birlikte bitirdiğimiz bir grup arkadaşla ziyaret ettik. Bizden beş yıl önce bitirenler daha kalabalık gelmişlerdi. Yıkıntı haline gelmiş binalarımız arasında kurumuş ağaçları, hoyratlaşmış alanları gördükçe kahrolduk. Duvarın birinde, “Sit alanıdır, girmek tehlikeli ve yasaktır, “Okul Müdürlüğü” yazılı idi. Tam da burada Güneş TV kameramanı mikrofonu bana uzattı. Duvardaki yazıyı göstererek ağlamsı bir biçimde böyle bir korumanın olamayacağını dile getirmiş ve mikrofonu geri vermiştim.
Genç cami imamı bizi çay içmeye davet etti. Ağaçları kurutmamak için bireysel çabalarını anlattı. Yetkililerden daha duyarlı idi…
İnce Düşünceler sitemde, 5 Temmuz 2012 tarihinde, “Akçadağ İlköğretmen Okulunu Bitirenlerden Bir Grup Okullarını Ziyaret Ettiler” başlığı altında yazdığım yazımdan bir bölümü şöyle idi.
“Siren yerinde yok. Yangın tehlikesi her an var, bulunmalı, yerine konulmalı, tehlikeleri haber vermeli. Yangın tehlikesine karşı tankerler oluşturulmalı. Akçadağ uzak, oradan itfaiye gelene kadar burada tankerlere takılan püskürtmeli hortumlar kullanılmalı.
Epey bir zaman önce İnönü Üniversitesine bağlı Ziraat Fakültesi olarak düzenlenmesi önerimiz olumlu bulunmamıştı. Okul açık tarım cezaevi ya da hizmet içi eğitim alanı olabilir.”
Aradan bir süre geçti ve 15 ağustos 2016 tarihinde korkulan oldu; Akçadağ İlköğretmen Okulu, yani Akçadağ Köy Enstitüsü yine bir yangına maruz kaldı. Yaklaşık yirmi yıl önce koruma altına alınmasına karşın diğer enstitüler gibi kaderine terk edildi. Süreçte görev yapan Milli Eğitim Bakanları ile Kültür ve Turizm Bakanlarının ruhu bile duymadı. Hangi ülkenin bakanları ise kutlamak gerek bu yok edişleri için…
Diyelim ki devlet seyirci kaldı, peki, köy enstitüleri i,el ilgili sivil toplum kuruluşları neler yaptılar? 70 ya da 75. yılında 21 köy enstitüsü ile ilgili rapor hazırladılar mı? Köy enstitülerini koruma ve yaşatma programları ve projeleri var mı? Bilemiyorum; bildiğim kadarı ile yalnızca Hasanoğlan Köy Enstitüsü ile ilgili çalışmalar yapıldı.
Cumhuriyetin kazanımları ve devrimlerin getirdikleri yok edilirken her olumsuz adımı destekleyen ve bu adımları atanları ödüllendirenler sevinsinler!
Sevinin, sevinin!
Okulumuzu yok ettiniz!

(Malatya SÖZ, 14 Nisan 2018)

31 Mart 2018 Cumartesi

‘Dil, Düşüncenin Evidir’, Onu iyi Kullanmak Gerek…

‘Dil, Düşüncenin Evidir’, Onu iyi Kullanmak Gerek…


‘Milli duruş, şühedaya vefa, millete beka’ ,“Yeni sistem beka sorununu çözecek”...
 Milli, duruş, şüheda, vefa, mili, beka…
Bu sözcükleri tek tek inceleyelim.
Milli: Millet ile ilgili, millete özgü, ulusal
Duruş: 1. Durmak eylemi ya da durma biçimine verilen ad. 2. Durum alış, davranış, tutum, tavır…
Şüheda: Şehitler
Vefa: 1. Sözünde durma, dostluğu sürdürme. 2. Sevgi bağlılığı
Millet: 1. Ulus 2. Bazı özellikleri olan topluluk (halk ağzında). Erkek milleti, doktor milleti…
Beka: ölümsüzlük, ölmezlik, kalıcılık…
‘Bunlar da nereden çıktı?’ diyecek belki de bazı okurlar. Haklılar; birden bazı sözcüklerin anlamını vermekle giriş yaptım. Bunlar, milliyetçi olduğu öne sürülen partilerin söylemleri. Altı sözcükten yalnızca biri Türkçe; duruş… Duruş, “durmak” fiilinin “dur” kökünden türetilmiş bir sözcük…
Türk Dil Kurumu, ‘Türkçe Sözlük’ dışında halk ağzından derlemeler yaparak ‘Derleme Sözlüğü’, kaynaklardan taramalar yaparak ‘Tarama Sözlüğü’ ve ayrıca çeşitli konularda sözlükler (Uygulayım Terimleri̇ Sözlüğü, Dil Bilimi Terimleri Sözlüğü, Veteriner Hekimliği Terimleri Sözlüğü, Ayaktopu Terimleri Sözlüğü...) hazırlamıştır. Bunlarla ilgili çalışmalar sürerken Arapça ve Farsçayı yeğleyenler, İstiklal Marşı, sigara, hostes gibi sözcükler için öne sürülen ama kabul edilmeyen karşılıkları dillerine dolayarak kurumu eleştirmişler. Laik düşüncenin sonucu olarak özgür düşüncenin gelişmesini istemeyen, kendilerini ‘âlim’ (bilgin) göstermek için Arapça ve Farsça sözcükleri yeğleyenler ‘Yalnızca biz bilelim’ (!) mantığı ile hareket ederek halkın da öğrenmesini engellemekten başka bir şey yapmamışlar.
Ulus ile dini bir sanmak kadar cahilce düşünce kime özgü olabilir dersiniz? Türk İslam Sentezi adını verdikleri düşünce ile ulus ve din kültürünü özdeşleştirmeyi düşünenler, ne kadar yanılgı içinde olduklarını hala anlamış değiller. Anlamış olsalardı, Türk ulusundan Hıristiyan ve Musevi olanları da unutmazlardı...
Müslümanlığı Türklere özgü imiş gibi düşünerek hareket ederken Arapça ve Farsçayı yeğlemek ne kadar milliyetçilik olabilirdi?
Ancak bu kadar olurdu…
Konfüçyüs (M.Ö 551-M.Ö 479); Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılmaktadır. Çinli filozof eğitimci yazardır. Doğu uygarlığının en önemli temsilcileridir. Konfüçyüs’ün öğretisinde anaya ve babaya saygı insancıllık, merhametlilik, adalet gibi konular ağırlıkla yer alır.
Konfüçyüs’e sorarlar: “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Konfüçyüs cevap vermiş: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler düşünceleri anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler yapılmaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Kaşgarlı Mahmut, “Dil, düşüncenin evidir” derken; Gerhard Kessler, “Dili gereksiz yabancı sözcüklerden uzaklaştırıp temiz tutmak; tıpkı vücudunu, vicdanını, evini, köyünü ve şehrini temiz tutmak gibi ahlâki bir ödevdir” demiş.
Montaigne, “Düşünce ve sanat adamları, sözleri ve yazılarıyla dile değer kazandırırlar” derken de düşünce ve sanat adamların rolünü belirtmiş.
İletişim aracı olarak ilk sırayı alan dili iyi kullanmak gerekir. Günümüzde bile hala birileri kalkıp da söylediklerinin ne anlama geldiğini, kime ya da neye hitap ettiğini düşünmüyorsa dile de dili anlayanlara da önem vermiyor demektir. Amaç illa da Arapça ve Farsça dillerini yüceltmek ise o başka…


12 Mart 2018 Pazartesi

Sakin Olmak ve Bazı Güncel Konular Üzerine

Sakin Olmak ve Bazı Güncel Konular Üzerine

9 Ocak 2018 günü yakınımızda buluna 19 Mayıs Hastanesine gittik hanımın göz kontrol için. O kontrolü beklerken kahve içmek için kantine gittim. Ozan der başkanı Kenan Şahbudak 13 Ocak günü yapılacak genel kurul için aradığında konuşurken televizyon haberlerinde savaş, siyaset, gasp, trafik kazaları, çocuk istismarı, fuhuş ve daha pek çok konu yer alıyordu. Âşık Veysel demiş ya;

Derdimi dökersem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider

Büyün bunlar olurken sakin olmak sözcüğü kafama takıldı. Bir yöre insanı ya da bir yörede oturan anlamındaki sakin değil elbette…
Sakin; davranışlarda soğukkanlılık…
Sakin olmak (sakinlik); soğukkanlı olma durumu, dinginlik…
Sakinleşmek; sakin duruma gelmek, durgunlaşmak, yatışmak…
Sakin durmak; durgun, sessiz, kimseye karışmadan davranmak…
Genel anlamda insan psikolojisinin, kendisi için rahat olma durumunun ifadesi denilebilir. Durgun, hareketli olmayan, heyecansız gibi kavramaları da barındırır.
Bekleme salonuna geçip oturdum. Bir elinde telefon birinde tablet, gözlüğü yüzünü neredeyse kapatmış, başı kapalı etekleri yeri süpüren oldukça genç bir bayan gelip sağ yanıma oturdu. Aynı giyimli bir başkası onun soluna, Anadolu’nun geleneksel giysileri ile rahatsızlığı yüzünden okunan seksen yaşında bir kadın da onu soluna oturdu.
Elinde tablet telefon olan gözlüğünü çıkardı, takma kirpikli, çevresinin tamamen boyalı gözünü telefona dikti, tablet de açık ve Arapça yazılar görünüyordu. Gözü telefonda ne yapıyorsa, tablete baktığı yoktu ama herkese görünüyordu...
İki gâvur icadı bir Müslüman işi…

Orhan Veli Kanık’ın şiirini anımsadım.

Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!


İkinci dünya savaşı dönemlerinde yazılan bir şiirde Orhan Veli; 1945 yılında Japonya’ya atılan atom bombasından 1948 yılının Şubat ayında yapılan, SSCB'nin katılmadığı İngiltere, Fransa ve ABD'nin Batı Almanya'daki işgal bölgelerinin konumunu belirledikleri toplantıdan söz eder.

Bir elinde telefon
Bir elinde tablet
Seni ne ilgilendirir
Hak hukuk adalet


Galiba Orhan Veli’den oldukça etkilenmişim, bir zaman ters öğüt yazmıştım. İşte birkaç dizesi…

Nene gerek
El için çile çekmek
Ye, iç, yat
Ayağını da ayağının üstüne at


Resim yapmak, fotoğraf çekmek, film ve televizyon izlemek ve daha pek çok “şey” günah değil miydi? “Saz çalmak el ile şarkı söylemek ağız ile zina etmektir” diyenler kendileri değil miydi? Edison’u cennete layık görmeyenler kendileri değil miydi? Bugün o günah dediklerini en çok yapanlar ise kendileri. Teknolojiyi para için kullanırken hiçbir şeyi araç etmekten çekinmeyenler kendileri. Hala bilmem kaç televizyonda bilim tekniğe, aydınlanmaya, tıpa hakaret ediliyor, yetmiyor küfür ediliyor, yetmiyor insanların katledilmesi öğütleniyor. Uluslararası yasalarda ve anayasamızda fikir ve söz hürriyeti var ama hakaret etme, katletme hürriyeti yok! Nedense bunlara da kimse karışmıyor…
Bugünlerde dinin güncellenmesi gerektiğinden söz ediliyor. Beş yüz yıl önce Osmanlı hala toprağına toprak katmak ve “cihat” sevdasında iken, Avrupa reform hareketlerini gerçekleştirerek dinde güncelleşmeyi gerçekleştirmişti. Galiba laiklik ilkesinin en güzel güncellenme olduğu unutuluyor…
Sakin olmaktan söz etmiştim ya; sakin olalım, akıl ve bilimi, teknolojiyi en geçerli yol gösterici olarak kabul edelim, pek çok sorun çözülecektir…

(Malatya SÖZ, 12 Mart 2018)
 

13 Aralık 2017 Çarşamba

Gitgide Artan Hoş Olmayan Durumlar

GİTGİDE ARTAN HOŞ OLMAYAN DURUMLAR
Güngör Bebek’in derlediği Hekimhan ile ilgili yerel söz ve deyimlerin toplandığı “Hekimhanca” kitabının ikinci baskısını matbaaya verdikten sonra “Yenilenen Köy Ballıkaya” çalışmamı düzenlemeye karar verince bir süre dosya ile ilgilendim. Bazı dosyalara da göz attım, derken saat 17.00’de Kızılay’da, Atatürk Bulvarı'nda Güven Park karşısında indim.
Otobüs duraklarından birinde tek başına oturan bir adam vardı. Bir doksan boylarında iriyarı, hep yere bakıyordu. Karton kutuları katlamış üzerine oturmuş, ayakları altına ve arkasına da koymuştu. Ayaklarına gazete sarmıştı ama bilekleri ile dizi arası maviküf rengine dönüşen bir biçimde görünüyordu. Tek başına bir durağı işgal etmiş, yolcular durağın kenarlarında bekliyordu. Bacaklarındaki mavi lekeleri görünce “zehirlenme mi yaşamış acaba?” diye düşündüm.
Bu adamı aylardır aynı çevrede görüyorum. Kar yağışlarında ve yağmurun şiddetli yağdığı zamanlarda da gördüm. Ayakları çıplak, kaldırıp indirerek aynı çevrede dönüp duruyordu.
Acaba “devlet” denen kurumun hiçbir görevlisi görmüyor muydu? Otobüs durağını işgal etmesini, kangren olma durumuna gelmiş bacaklarını nasıl kimse görmezdi? Hiç kimsenin aklına hastaneye yatırmak, tedavi ettirmek gibi bir düşünce gelmemiş miydi acaba?
Yalnızca bu adam mı?
Hemen ileride gökdelen var, önünde çok kez rastlıyorum; yere uzanmış beyazlar içinde genç bir adam ve başında bir kadın. Kadın elini uzatıp merhamet sözcükleri ile dileniyor. Hasta imiş! Sağlam insanların hasta olduğu ortamda nasıl oluyorsa “hasta” dediği adam bu kışta kıyamette orada yatabiliyor…
Bir başka konu da yine Kızılay’da yer altı treni giriş çıkışlarında özellikle de merdiven başlarında kâğıt peçete, kalem ve benzeri şeyleri satmaya çalışanlara rastlıyoruz. Dikkat etmezseniz burnunuzun ya da gözünüzün dibine sokulanlardan dolayı tepetaklak gidebilirsiniz.

Bir başkası…
Karlı kışlı soğuklarda eliyle ittiği tekerlekli sandalyesi ile iki bacağı engelli olan kişi kış ortamlarında otobüs duraklarında kalabalıkların içine karışıyor, “Allah rızası için” diyerek “para” dileniyor.
Giyimli ve sağlam insanlar üşürken bunlar nasıl üşümüyor?
Karlı buzlu bir kış gününde Milli Piyangonun karşısında dizkapağından aşağısı çıplak adamı dilenirken gördüğümde bu soruyu birilerine sordum. Bazıları merhem türü bir ilaç sürdüklerini söyledi. Bazıları tiroit bezinin çok çalışmasına bağladı. Bazıları da uyuşturucu kullandıklarını söyledi.
Bunların yanında Suriye göçmenlerinin acıklı durumu da göz önünde… Hemen her yerde sokak başlarında, caddelerde yerlere serilmiş kadınlar ve çocuklar ağırlıklı dilenenler… Hele de çocukların durumu içler acısı, ne bulurlarsa alıyorlar, yiyecek ise yiyorlar, toza toprağa beleniyorlar. Bazen çaresizliğimden ağlamak istiyorum bunları gördükçe, tıkanıyorum, ağlayamıyorum.
Öyle ya da böyle devletin toplumsal görevlerinden biri de yurttaşlarını sağlıklı yaşatmaktır. Göçmenler de gelmişse ve kabul edilmişse onların da insan gibi yaşaması için çaba gösterilmelidir.
Belki birileri her şeye baktıkları gibi yazdıklarıma da at gözlüğü ile bakacak, Ramazan ayına bağlayacaktır. Oysa ilgisi yok, çünkü on beş yıldır kış dönemi Ankara’da yaşıyorum, bu anlattıklarım gitgide artan ve de hoş olmayan durumlar. Durup düşününce yine birilerini öne sürdüğü pek çok şeyin gerçek olmadığını, işlerin pek de iyiye gitmediğini görüyoruz…


(2016 Haziranı ortalarında yazmıştım, ancak konular güncelliğini koruyor).

24 Kasım 2017 Cuma

Öğretmenler Günü Anımsatıyor

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ANIMSATIYOR
Urfa, 1972













Öğretmenler Günü anımsatıyor...
1972 yılı yaz döneminde Akçadağ İlköğretmen Okulunu bitirdim.
Urfa Merkez, Öğretmenliğe başladığım zaman, 1972...
İlk görevim Yetiştirme Yurdu Öğretmenliği
O zamanlar bir şiir yazmıştım kendimce...

Mesleğim

Malatya’ya bağlı Hekimhan ilçesinin
Ballıkaya köyünden Hasan oğlu
Süleyman Özerol
Sekiz yüz yetmiş lira maaşlı
Dokuz yıl mecburi hizmetli
Bir öğretmenim
Önemsenmeyen, hor görülen
Kutsal meslektenim...


Urfa, 12 Kasım 1972

Daha sonra şiiri özleştirerek aşağıdaki biçime dönüştürdüm.

Ben bir öğretmenim
Önem verilmeyen
Hor görülen
Kutsal meslektenim


12 Eylülden sonra Siverek'e sürgün edildiğimde şiirime yeni bir biçim verdim.

Ben Bir Öğretmenim

Ben bir öğretmenim
Önemsenmeyen hor görülen
Oysa kutsal olan meslektenim

Ben ki okumayı öğretirim
Yazmayı öğretirim çocuklarımıza
İnsanlığı sevgiyi barışı öğretirim
Bir yapı hazırlarım yarınlarımıza

Dün benden sorulur
Yarınlar benden sorulacak
Çünkü ilk basamak benim


Siverek, 7 Eylül 1981
(S. ÖZEROL: Gözlerime Bakma Ne Olur, Ankara 206, s. 39)

25 Eylül'de Malatya Battalgazi Toygar'da göreve başladım. 1985'de Boran Köyü İlkokulu açtım. 31 Aralık 1987 günü Yeşiltepe Ahmet Parlak İlkokulunda dört yıla yakın çalıştım. Ekim 1991, bir sürgün daha; Malatya Merkez Ş. Yzb. Hakkı Akyüz İlköğretim Okuluna. Buradan emekli olduğumda 25 yıl 7 ay görev yapmıştım.
Derken yirmi yıl bitmek üzere emekli olalı.
Ne mi yapıyorum?
Hala öğretmenlik diyebilirim...
Neden mi?
Meslekte iken daha çok çocuklara ve ailelerine hitap ederken, şimdi basın yayın ile dünyaya hitap ediyorum.


Ankara, 24 Kasım 2017

24 Ekim 2017 Salı

Küçük Kızın Akşam Öğünü



KÜÇÜK KIZIN AKŞAM ÖĞÜNÜ


5 Şubat 2015, Perşembe...
Ulus'ta matbaaya uğradım, dönüşte yeraltı treni ile Maltepe'ye kadar geldim. Yeraltı treninden inince merdivenleri çıktığımda elinde kâğıt mendil gelip geçene uzatan yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu gördüm. O yana bu yana sallanıp duruyordu. Hemen yukarıda merdivenin başında ise, dişlenmiş sapsarı armut gözüme, yanında bir oyuncak araba tekeri ve bir market reklamı vardı. Bunların sahibi de kaldırımın kenarında oynayan daha küçük yaşta bir kız çocuğuydu. Karanlıkta pek belli olmuyordu ama elindeki çöp ya da başka bir şeyi durmadan yere sürtüyordu.
Bu saatte bu kız çocukları bir mendil satarak "para" mı kazanıyorlardı acaba? Yoksa annelerinin iş yapmasına engel oldukları için buralara mı gönderilmişlerdi. Ya da buncağız çocukların gece vakti kentin her yerinde bulunmaları için daha başka nedenler mi vardı?
Bazılarına sorarsanız Allah rızklarını verir...
Birilerine sorarsanız bu çocukların sokaklarda dolaşmaları değil, din, iman, Osmanlıca öğrenmeleri gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu yaşlarda başlarına çaput sarmaları gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu çocukların satıcılık yapması değil bilimsel eğitim alması gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, kimseleri yoksa ya da ailesi bakamıyorsa yetiştirme yurtlarında kalmaları gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, bunların hallerine ağlanması gerekiyor.
Ben de bir şey yapamadım ve ağlamak istedim, ağlayamadım; içimden ağladım...
Nedense hep aklıma 1972 yılında ilk göreve başladığım Urfa Yetiştirme Yurdu gelir bu çocukları gördüğümde. Daha 19 yaşındaydım ve benden büyük çocuklara öğretmenlik yapmıştım orada. Aslında o yaşta idim ama çok büyüktüm! Çünkü hala o zamanki ruhu taşıyorum.
Eti yenilmeyen, gönü giyilmeyen insanın bir tatlı dili, bir güler yüzü olması için nelerin gerekli olduğunu o yaşımda öğrenmiştim. O yaşımda benden büyüklere analık babalık yapmıştım. Orada yaşadığım bazı anılarımı unutamam. Üç çocuk babası yurt müdürünün, çok yönlü engelli ve kimsesiz hem de emanet bırakılan çocuğu Viranşehir ilçesine götürüp halk deyimi ile “seyiplemesi” hiç aklımdan çıkmaz. Diyarbakır'dan yuvadan getirdiğim Mehmet Ali'nin sobadan tutuşup yanmasını da unutamam...
Ve yine aklıma küçük kızın akşam öğünü bir armut takılıyor. Bir kez dişlediği, oynamak uğruna oyuncağı ile duvarın üzerine bıraktığı sapsarı armut...
Eh, yetkililere Allah din iman versin...
Bu zavallı çocuklara ne versin peki?


(Malatya Söz Gazetesi)