28 Şubat 2024 Çarşamba

28 Şubat Üzerine

28 Şubat Üzerine

Türk Silahlı Kuvvetlerinin 28 Şubat 1997 tarihindeki bir uyarısı, ülkemizde ‘darbe’ olarak nitelendirildi. Oysa darbe deyince yakın tarihlerde yaşadığımız 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerindeki darbeleri anımsarız. 28 Şubat'ı bunlarla karşılaştırdığımızda ne kadar farklı olduğu görülür.
12 Eylül 1980’den itibaren yaşanan bazı durumları basından özetleyerek sunalım.
* Gözaltına alınanların sayısı: 650.000
* Fişlenenlerin sayısı: 1 milyon 683.000
* Yurttaşlıktan çıkarılanların sayısı: 14.000
* Pasaport verilmeyenler: 388.000
* Kapatılan dernekler: 23.7
* Açlık grevinde ölenler: 14
* Çatışmalarda öldürülenler: 74
* İşkence ile öldürülenler: 171
* Görevine son verilenler: 4.891
* Cezaevindeki gazeteciler: 31
* Yakılarak yok edilen yayın: 39 ton
* Basın özgürlüğü karşıtı yasa: 151
* Yasaklanan yayın: 927
* Yasaklanan film: 927
* İdamı istenenler: 7.000
* Ölüm cezası verenler: 517
* Askeri Yargıtay'ın onayladığı idam: 124
* İdam edilenler: 50
* İnfaz edilen sol görüşlü: 18
* İdam edilen sağ görüşlü: 8
Ve daha ve daha...

Bu darbelerde b*k yedirilen milletvekillerinden arkalarına cop sokulanlardan, eşleri önünde tecavüz edilenlerden ve daha pek çok insanlık dışı davranışlardan da söz edilir. Bütün bunlar düşünüldüğünde hangisinin 28 Şubat'ta yaşandığını düşünün artık...
Hiçbiri...
Yapılmak istenen bir şey vardı; elsiz ayaksız yeşil yılanı durdurmak!
Dikkat ediniz durdurmak, öldürmek değil. Ancak durduramadılar. Ülkeyi ele geçirdi ve yeraltına çekilerek dinleniyor.
Birileri hala “28 Şubat” diyerek elsiz ayaksız yılanın temsilciliklerini sürdürmekten çekinmiyorlar. Dinin kutsallığını ayakaltına almaktan maşa olarak kullanmaktan da...
Özellikle siyasetçiler ve ticaretçilerin cehaletin artmasını da körüklediklerini görüyoruz. Çünkü cehalet arttıkça hâkim olacakları kitleler çoğalacaktır. Halkın aydınlanması bunların aleyhine olduğu için cehaletin çoğaltılmasını sağlamaya gayret ediyorlar.
Cehaleti yüzde yüz ortadan kaldırılmak olası değil. Ancak en aza indirilerek topluma daha fazla zarar vermesi önlenebilir. Gelin görün ki eğitim bile cehaletin temsilcilerinin eline verilmek isteniyor.
Dileriz ülkemiz daha aydınlık, daha güzel, daha iyi yaşanır demokratik bir duruma kavuşur.
Dileğimiz güzel günlerin görülmesidir…

28 Şubat 2024

24 Şubat 2024 Cumartesi

Atalarımız, “Akıl yaşta değil baştadır” demişler

 Atalarımız, “Akıl yaşta değil baştadır” demişler

Süleyman ÖZEROL

Atalarımız, “Akıl yaşta değil baştadır” demişler. Elbette ki bu sözle zekâ düzeyi ve bireysel farklılıklarla birlikte deneyimlerini de dile getirmişler. Zaten bilimsel eğitimde de durum böyledir.
Konuyu köylümüz genç avukat Hüseyin Can Güner'in Ankara'ya Çankaya Belediye Başkan Adayı gösterilmesine bağlı olarak giriş yapmak istedim.
Neden mi?
Hüseyin Can'ın adaylığı için ‘çok genç’, ‘deneyimsiz’, ‘Alevi’ (!) gibi değerlendirmeler ve eleştiriler yapılacağı olası bir durum. Hatta kendi partisinden bile eleştiriler olacaktır. Ki bunlar da doğal bir durumdur.
Eeee...
Kendileriyle zerre kadar ilgisi olmayan Fatih Sultan Mehmet'i ecdadımız diye överek göklere çıkaran ırkçı ve dinciler onun on dört yaşında İstanbul'u fethetmesini överken Çankaya Belediyesi için aday olan Hüseyin Can'ın onun iki katından fazla yaşlı olduğunu unuturlar. Otuz iki yaşında Ankara Belediye Başkanı olan Ali Dinçer ve başkalarını da unuturlar elbette...
Bunlar bir yana tarihimizin ne kadar tarihsel olduğu zaten hep tartışma konusu olmuş tarih derken ülkenin halkın değil sarayın tarihi yazılmış.
Fatih'in öğretmenleri ile göz ardı eden yüzeysel düşünceler çocuk yaşta birini yüceltmekten çekinmemişler bilimselliğe ve yeniliklere ise karşı çıkmışlardır. Hüseyin'in okuduğu okulun saygınlığını da göz ardı etmişlerdir.
Seksenli yıllarda Özal'ın onlarca olumsuz hukuksal uygulamalarının yargıdan dönmesini sağlayan, Adalet Bakanlığı süresince CMUK ve diğer pek çok yasa değişikliği ve hukuksal yeniliklerle ülkedeki adaletsiz baskıcı yapanın demokratikleşmesinde katkısı olan Mehmet Seyfi Oktay ve de Yargıtay 1 ağır ceza dairesi eski başkanlarından Mehmet Yalçın Hüseyin'in öğretmenleriyle birlikte örnek aldığı ve yararlandığı çağdaş demokrat hukukçulardır.
Bu sacayağı, köyümüzün bağrından çıkan değerlerden oluşmuş olup, “Güneş Mezirme’den doğar” sözünün de bir yansıması gibidir.
Hüseyin'in Aleviliği ille de konuşulacaktır. Dil, din, cinsiyet ve benzeri konularla ayırım yapanlar, Alevilik de sanki bir sorunmuş gibi göstermeye çalışıyorlar halen. Bu tür düşünce ve davranışlar, insana insan gözüyle bakmayan, içgüdüsel davranışlarından vazgeçmeyen saplantılı düşüncelere sahip olanların göstergesidir.
Hüseyin'in en yüksek puanlar almasına karşın önünü tutanlar, Fethullahçıların hışmına uğrayan ve seçici kurul karşısında hakkını alan Arguvanlı genci ve binlercesini de unutmasınlar.
Dedesi yaşındaki hırçın, çirkin davranışlı politikaların Hüseyin gibi efendi, ağırbaşlı gençlerden ders almaları gerekir.
“Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz”, 
“Bütün ümidim gençliktedir!” diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün emanet ettiği gençlik ülkemizi yönetmelidir.
Gencimiz Hüseyin Can Güner'i kutluyor başarılar diliyor, gözlerinden öpüyorum.

Ankara, 18 Şubat 2024

3 Şubat 2024 Cumartesi

‘Yaz bahar’a şunun şurasında ne kaldı ki?

 ‘Yaz bahar’a şunun şurasında ne kaldı ki?

Süleyman ÖZEROL

İşte bu zorluk iş günlerinde halk Zehmeri (Zemheri) derdi. 28 Ocak’a kadar süren bu 40 günlük süreçten sonra kışın olanca şiddetiyle sürdüğünü de unutmayalım.

Kışın bundan sonraki ikinci bölümüne ‘Zahmatı’ derilerdi. Yani kışın şiddetini olunca gücüyle gösterdiği zamanlar kış yarısı ve onu izleyen günlerdir.

40 günlük zemheriden sonra 40 günlük ‘zahmatı’ başlıyor. Ardından zahmetli günler den sonra yaza ulaşacak.

İşte bu sıralarda halk bazı gelenekleri yerine getirir.

28 Ocak’ta Kış Yarısından hemen sonraki, Şubat'ın ilk haftasını da kapsayan günlerde ne olursa olsun kış kışlığını yapardı. Kışın kışlığını yapması demek; kar yağması, tipi oluşu ve savruntu ile şiddetini artırması demekti. İnsanlar bu hafta da iş yapamaz duruma gelir boşta kalırlardı. Halk deyimiyle avara olurlardı. Bu nedenle bu zamana Boş Hafta ya da Avara denirdi.

Bu zorluklardan ve darlıklardan kurtulmak isteyen halk Bu kez oruç tutarak dua ederek ibadet ederek Hızır’dan beklenti içine girerlerdi. Darda kalanlara imdadına yetişen hazırlığın adına Hızır Orucu, Hızır Lokması, Hızır Kavutu, Hızır Cem'i hep bu haftada yapılırdı.

Hızır günlerinden sonra hava ısınmaya başlar, Gücük Ay yani Şubat biter, Cemrelerle birlikte13 Mart’tı takip eden dokuzuncu günde Mart Dokuzu çıkar, böylelikle 21 Mart'ta Navruz ile Yaz gelirdi.

Neden mi İlkbahar değil de yaz? 

Çünkü yöremiz halk takviminde mevsimler adlandırılırken Kış, Yaz, Tomuz ve Güz diye sıralanmıştır. Dolayısıyla ilkbahara daha çok yaz ya da Yaz Bahar derlerdi.

Bu durum halk edebiyatına da yansımıştır.

 “Yaz bahar ayında bulanır suyu

Sular da ağlaşır Pir Sultan deyi

(Pir Sultan Abdal)

 “Yaslandılar şivgalarım kırdılar

Yaz bahar ayında bir od verdiler”

(Karacaoğlan)

 “Yaz bahar ayında geleyim derdim

Gelemedim gülyüzlü yar küstün mü”

(Âşık Veli)

 “Yaz bahar ayında göçen turnalar”

(Mahmut Erdal)

 “Yaz bahar gelende Mevla’m kerimdir.”

 “Yaz bahar ayları gelip geçende”

 ‘Yaz bahar’a şunun şurasında ne kaldı ki?

 Ankara, 4 Şubat 2024

 

31 Ocak 2024 Çarşamba

Babamın Aramızdan Ayrılışının Beşinci Yılı

Babamın Aramızdan Ayrılışının Beşinci Yılı

Süleyman ÖZEROL

Babamın aramızdan ayrılışının beşinci yılı nedeniyle bir şeyler yazmak ve anmak istedim.

Babam Hasan Özerol, 1934 yılında Hekimhan Ballıkaya, eski adıyla Mezirme köyünde doğmuş. Kırklı yılların zor koşullarında öğrenci olmuş. İlkokulu bitirdiğinde köy enstitüsüne girmek istemiş, bazı nedenlerden girememiş. Çocukluk ve okul arkadaşı eski adalet bakanı Seyfi Oktay babamın çalışkanlığını her görüştüğümüzde hala yineler durur.
Babasını küçük yaşta kaybettiği için aile reisi gibi çalışmaya başlamış. Çiftçilik ırgatlık derken duvar ustalığı öğrenmiş. 1959 yılında evimizin alt katını yenilediğinde Gürgür Dedenin babası Ali Çavuş Emmimin bize bıraktığı tek gözlü evde oturduğumuz sıralarda (1962) üst katın ustalığını da kendisi yaptı.
Derken 1953 yılında doğan benimle birlikte 6 çocukları oldu annem Zehra Özerol ile babam Hasan Özerol’un.Bir yandan çiftçilik bir yandan duvar ustalığı derken çocuklarını yetiştirdi, hepsi evli barklı oldu.
2012 yılında annem Çorlu'da aramızdan ayrıldığında babam, “Elmanın yarısı artık yok” demişti. Kendisini de yani elmanın diğer yarısını da 31 Ocak 2019 tarihinde Malatya'da kaybettik.
Babam yalnızca çiftçi ve duvar ustası değil aynı zamanda şair, yazar, ressam, yontucu, çeşitli zanaatlar elinden gelen birisiydi. 60'lı yılların başlarında eski yazıyı öğrenmiş, bağlama çalmayı beceren birisiydi. Ancak yaşam koşullarının zorlaması zamanla bunları unutturmuştu.
Babamın yazdıklarını Babamın Şiirleri (Malatya 2009) ve Babamın Yazdıkları (Ankara 2020) adları altında iki kitapta topladım. Ayrı yayınladığım Babamın Askerlik Günlükleri kitabını ikinci kitaba ekledim.Birinci kitabın basımını kızım Gül Özerol, ikinci kitabın basımının ederini büyük oğlum Ozan Özerol karşıladı. Kendilerine teşekkür ediyorum.Babamın bir şiirini sunuyor, onu saygı ve sevgi ile anıyorum.

İnsansız Köy

Bu mübarek bayram günü
İnsansız bir köye vardım
Dua edip selam verdim
Penceresi kapısı yok

Düşündüm hayal eyledim
Sordum ve sual eyledim
Kendi kendime söylendim
Hiç birinin tapusu yok

Kimisi genç kimi yaşlı
Kimileri ağırbaşlı
Kimileri sırma saçlı
Kimisinin banisi yok

Bu yerin adı mezarlık
Ölümde olmaz ayrılık
Kimi sarhoş kimi ayık
Hiç birinin sanısı yok

Özerol’um sonu ölüm
Orda yatar emmim dayım
O köy en son benim köyüm
Emir haktan çaresi yok

Ballıkaya, 14 Kasım 2004

Ankara, 26 Ocak 2024

30 Ocak 2024 Salı

Taziye Yemeklerinin Kaldırılması Veya Yasaklanması (!) Üzerine

Taziye Yemeklerinin Kaldırılması Veya Yasaklanması (!) Üzerine

Süleyman ÖZEROL


Halk kültürümüzde var olan gelenekler hemen her toplumda da varlığını sürdürmektedir. Dünyanın hemen her yerinde ölenlerin ardından gerçekleştirilen törenler vardır. Bu törenlerden bazılarının binlerce yıllık geçmişi olduğunu, bazılarının değişime uğradığını, bazıların unutulduğunu ya da terk edildiğini kaynaklardan öğreniyoruz.
1989 yılı Şubat'ında Malatya İl Kültür Müdürlüğü Halk Kültürü Araştırmacısı Hüseyin Şahin ile köyümüz Ballıkaya'da Malatya Mutfak Kültürü kapsamında derlemeler yaptık. Derlemeler Malatya Mutfak Kültürü kitabında yer aldı.
Ölünün ardından yapılan törenlerde yemek ağırlık kazanır. Kazma takırtısı, can aşı, üçü, yedisi, kırkı, yılı (elli ikisi) adıyla anılan törenlere de 'yemek' damgasını vurur. Bu törenlerde ölenin anısına komşularınca ya da ölü sahiplerince yapılan yemek, ölenin anısına ve ölü sahiplerinin acılarını paylaşmak amacıyla gelenlere sunulur.
Günümüzde geleneklerin yerine göreneklerin alması her şeyi değiştiriyor, unutturuyor ya da yok ediyor. Özellikle son yıllarda toplumsal paylaşım sitelerinde bazı dernek ya da kurumların açıklamalarında ve de paylaşımlarında taziye geleneğinde yemeğin kaldırılması öneriliyor ya da kaldırıldığı belirtiliyor. Bu yapılırken de konu getirilip dine ya da ekonomik duruma bağlantı kuruluyor. Aslında bir tür dayatma yapılıyor.
Taziye geleneğinde yemeğin dinde (İslam dininde) yeri olmadığı, ikincisi ise 'çok masraflı' olduğu öne sürülüyor.
Sizi doğuran, besleyip büyüten, yaşama hazırlayan ve katan anneniz, babanız, kardeşsiniz, çocuğunuz, diğer akrabalarınız, dostlarınız aramızdan ayrıldığında onların anısına birkaç kez yemek yapıp eşe dosta sunduğunuzda dininizde olmadığı ve de israflı olduğunu öne sürmek ne kadar gerçekçi?
Yaşamınız boyunca hiç mi kimseye birkaç lira harcamadınız? Hiç mi kimseye bir armağan almadınız, yemek, çay, tatlı ya da kahve ikram etmediniz? Şimdi Aramızdan ayrılanlar anısına birkaç liralık ikramınız ' israf' mı oluyor?

Gelelim konunun diğer yanına...
Neymiş efendim?
Dinimizde yeri yokmuş...
Mademki dinimizde yeri yok, yapmazsınız o kadar. Başkalarına da yapmayın diyerek yasaklamanız dayatmayınız.
Acaba dilinize göre atalarımıza bu kadar mı saygısız davranılması gerektiği öğütleniyor?
Sanmıyorum...
Her dinde amaç mensuplarına iyi, doğru ve güzeli öğütlemektir. Dikkat ediniz 'öğütlemektir' diyorum. Ancak her şeyi din ile açıklamaya kalkışanlar, dinin sırtına binerek siyaset ve ticareti alet edenler boş durmuyorlar.
Diğer yandan ziyaret kültürüne de 'dinde yeri yok' söylemi ile karşı çıkıyorlar. Madem dinde yeri yoksa Arabistan'a gidip milyarlar harcayarak Hac ve umre ziyaretlerine neden gidiyorlar acaba?

Kimi tavaf için Kâbe’ye varır
Kâbe kapınız da bilmez misiniz?

İnsanı insan eden duygu, düşünce ve davranışlarıdır. Diğer bir deyişle psikolojisidir. Dinsel anlamda söylemek gerekirse insanın 'ruh hali'dir. Eğer insanın ruh hali yerindeyse mutludur. Yani ' iç huzuru' yerindedir.
Yaşamının olumlu, anlamlı ve güzel olduğunun da göstergesidir. Geçmişlerimiz anısına ekmeğimizi paylaşmak da bir mutluluk göstergesi sayılmaz mı? Bazı hayvanlar bile paylaşırken insanın paylaşmasının neresi kötü olabilir ki?

Ankara, 30 Ocak 2024

13 Eylül 2023 Çarşamba

12 Eylülün 43. Yılı

12 Eylülün 43. Yılı

12 Eylül faşist darbesi yapıldığında 27 yaşında bir gençtim. Urfa'da on beş öğretmenli bir okulda bağımsız müdür olarak görev yapıyordum. Kırk üç yıl geçti aradan ve olanlar, yaşananlar asla unutulmayacak.

Darbenin yedinci ayında (Mart 1981) faşizmin baskısından ben de nasibimi aldım. Kısa süreli de olsa gözaltı, açığa alınma ve sürgün...
Yüzlerce kitap ve kasetin boş yere yok edilmesi yaşadığımız psikolojik ve siyasi baskılar ile diğer etkileri de düşünün artık...
Darbe ve sonrasında yıllarca insanlık dışı davranışlar ve uygulamalar yaşandı. Bunları yinelemek midemi bulandırıyor. Hele de bütün bunların demokrasi adına yapılması hem de Türkiye Cumhuriyeti devletin görevlileri eliyle yapılması uluslararası bir utançtır.
Kenan Evren’in emrine uyanların, izinde gidenlerin yaptıkları gibi, bazı sözleri de unutulmayacak!

Dönemle ilgili çok kısa bir anımı anlatayım.

Urfa Kız Enstitüsü Bahçelievler'de yeni yerine taşınmıştı ve eski binası da Garnizon Komutanlığı olarak kullanılıyordu. Bodrum katta bulunan tiyatro salonu da gözaltı ve işkence haneye dönüştürülmüştü.
Burada bulunduğumuz süre içinde bir gün, rütbesiz giyimli bir asker (en az albay olsa gerek) ile aramızda şu konuşma geçti.
“TÖB-DER’e üye misin?”
“Üyeydim.”
“İstifa mı ettin?”
“Neden istifa edeyim ki? Yasal bir dernek, kapatılınca üyeliğimde düştü.”
Yüzünü buruşturdu, pis pis sırıttı. Zaten çirkin görünümlü ve kısa boyluydu.
“Yasalmış!” dedi.
O zamanlar kan davaları bile sıkıyönetim işlerine bulaştırılıyordu. Hani “At izi it izine karışmış” derler ya; çok ilginç durumlar oluyordu. Pazartesi akşam götürülüştük, cuma günü öğleyin serbest bırakıldık.
Bu tür zatlara göre ülkemizde ne kadar demokratik kitle örgüsü varsa hep terörist vatan haini gibi nitelemelerle değerlendiriliyordu. Yasa dışı yasak gibi bahanelerle de baskı uygulanıyordu. Cumhuriyet hürriyet gibi gazeteler bile yasak sayıyorlardı. Kendilerine taraf olmayanlar zaten yüzyıllar öncesinden katli vacip ilan edilmişti.
Yalnız ülkemizde değil dünyanın hemen her yerinde sağın en büyük özelliği kargadan başka kuş tanımaması idi.
Günümüzde çok mu farklı diyeceksiniz? Elbette ki değil; hala cehalete prim veriliyor, 12 Eylül felsefesi ve faşizm yeni yöntemleriyle sürüyor...

Ballıkaya, 12 Eylül 2023

25 Haziran 2023 Pazar

Ballıkaya, Malatya ve Diğer Fotoğraflar

 23. Kitabım ‘Ballıkaya, Malatya ve Diğer Fotoğraflar’

Süleyman ÖZEROL

23. Kitabım Ballıkaya Malatya ve Diğer Fotoğraflar Haziran 2023’te yayınlandı. Böylece çektiğim ve elimde bulunan siyah beyaz fotoğraflarımı üçüncü kitap ile tamamladım. 152 Sayfalık kitap, Bizim Dijital Matbaasında basıldı.
1-Akçadağ İlköğretmen Okulu (1966-1972)/Siyah Beyazlar 1, Ankara 2021
2. Urfa ve Kısas Fotoğrafları (1972-1981)/ Siyah Beyazlar 2, Ankara 2022
3. Ballıkaya Malatya ve Diğer Fotoğraflar/ Siyah Beyazlar 3, Ankara 2023
Ancak bu kitapların ikincilerini de yayınlamamı isteyenler var. Gönderilen ya da bulunan fotoğraflar Belirli bir sayfaya ulaştığında onları da yayınlamak istiyorum.
Ekim 2022’de Ballıkaya’da yazdığım önsözünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ballıkaya Malatya ve Diğer Fotoğraflar

Türkiye'de siyah beyaz fotoğrafçılık yerini renkli fotoğrafçılığa bıraktı. Bununla birlikte renkli televizyon yayıncılığı ve de özel televizyonlar yayına başladı. 1986 yılı yazında var olan fotoğraf makineme renkli film takarak köyüm Ballıkaya'ya gittim. Köyümüzün kuzeyini baştanbaşa kaplayan kaya kuşağının batısında bulunan Dalkayalar’dan başlayarak İki Ağızlı Mağarası, Geyik Mağarası, Kurşaklı ve Ballıkaya kayaları, Büyük Mağara, Kuşboku Kayası, Sayağlı Kayaları, Alaçayır Yaylası, Sayağlı ve Mastik peribacalarının fotoğrafını çektim.
1988 ve 1989 yıllarında yeniden Kayabaşı’ndan ve mağaralardan (Kuzey) Köroğlu Tepesinden (Güney) ve Ecedemı yöresinden (Güneybatı) bahçeleri eski ve yeni yerleşim yerini, kayaları kapsayan fotoğraflar çektim. Darıderesi’nde Filonun Dağı-Kale, Yığma Tepeleri yeni görüntülerimi oluşturdu.
Doksanlı yılların başlarında Almanya'dan Zenit 12, uzun objektifli bir makine getirttim. Bununla da çektiğim fotoğraflar oldu. Ancak özel radyo ve televizyonların açılması nedeni ile programlara ve de 1998 baharında emeklik ile etkin gazeteciliğe başlamamla bu çalışmalarım yavaşladı.
1989 yılının Mart ayında, çektiğim köy fotoğraflarından bazılarını alarak Malatya İl Kültür Müdürlüğü’ne gittim. Kültür Müdürü Sami Çulcu’ya çektiğim fotoğrafları gösterdim. Köyümüzün tarihsel ve doğal yapısının tanıtılmasında katkılarını sunmalarını istedim.
Sami Çulcu, birkaç fotoğrafı eline alarak kaldırdı, “Gerçekten mi güzel, yoksa fotoğrafta mı böyle çıkmış?” diye sordu. Ben de “Gelin, görün daha iyi anlarsınız, daha da güzel” dedim. Bir yere telefon etti, konuştu, konunun müze ile ilgili olduğunu söyledi. “Baki Bey sizi bekliyor” dedi. Müzeye gittim, Malatya Müze Müdürü Baki Yiğit Hekimhanlı hemşerimiz, konuyu olumlu buldu ve oldukça ilgilendi. “Uygun bir zamanda gidelim” dedi.
Ne yazık ki Baki Yiğit aramızdan ayrıldı. Daha sonra müdür olan Adnan Erkuş ile görüştüm, fotoğrafları ona da gösterdim, Sami Çulcu ve Baki Yiğit'in sözlerini anımsattım. Bir arabaları olduğunu, her yere gidemediklerini söyleyince, “Ben araba bulurum, özel araba tutarım” dedim. Gönülsüz gibi “olur” dedi ama daha sonra konuyla ilgilenilmedi. Ancak köyümü tanıtma amacımı sürdürdüm.
Derken geldik bugüne…
2000'li yıllarda cep telefonları ile de fotoğraf çekilmeye başlandı. 2013 yılında yeni bir fotoğraf makinesi aldım, fotoğraf çekmeyi de sürdürdüm. 2019 yılında aldığım Huawei marka telefonla da makinem kadar kaliteli fotoğraflar çekmeye başladım. Neredeyse günlük fotoğraf çekiyorum, ancak kaliteli görüntüye sahip fotoğraflar çekmeye de gayret ediyorum.
Akçadağ İlköğretmen Okulunu 1972 yılında bitirip Urfa’ya öğretmen olarak atandıktan sonra fotoğraf çekmeye başladım diyebilirim. Türkiye'de siyah beyaz fotoğrafçılığın yerini renkli fotoğrafçılığa bırakana kadar amatör olarak Urfa ve Malatya’da fotoğraflar çektim.
Amatör fotoğrafçılığa başladığımın yarım yüzyılı sonunda iki fotoğraf kitabı yayınladım; Akçadağ İlköğretmen Okulu (1966-1972) Siyah Beyazlar-1 (Ankara 2020), Urfa ve Kısas Fotoğrafları (1972-1981) Siyah Beyazlar-2 (Ankara 2021). Elimde bulunan siyah beyazlar ile bazı kişilerin gönderdiklerini bir araya getirerek Ballıkaya ve Malatya ile genel fotoğrafları kapsayan Ballıkaya, Malatya ve Diğer Fotoğraflar/Siyah Beyazlar-3 ile siyah beyazları böylece kalıcı kılmış oldum.
Tüm katkı sunanlara teşekkür ederim.
Saygılarımla…