Sanat ve siyaset üzerine kısaca
Süleyman ÖZEROL
Sanat, insanların iç dünyalarının düzenli ve beğenilecek bir biçimde dışavurumunun bir göstergesidir. Bu gösterge çeşitli sanat dalları ile gerçekleştirilir. Resim, şiir, müzik, yontu gibi.
Sanat yapıtlarının herkesin beğenisini kazanması olası değildir, çünkü göreceli bir durumdur. Ancak bazı siyasiler gibi sanatın içine tükürmek, çeşitli adlar takarak hakaret etmek insan olana yakışmaz. Olsa olsa nezaket çerçevesinde eleştirinizi yaparsınız. Konuyla ilgili uzmanlığınız yoksa buna bile hakkınız olamaz.
Ticareti ve siyaseti dinin eksenine oturtanlar, dinini sırtından para kazananlar eğitim, sağlık, kültür ve sanat gibi insanların temel gereksinimlerini de bu eksende tutmaya çalışıyorlar. Kendi görüş ve düşünceleri dışındakilere tahammül etmeyi de binlerce yıldır öğrenemediler. Bu nedenle insanları katlettiler, yaktılar, dışladılar. "Gavur icadı", "günah" dedikleri pek çok şeyi kendi çıkarlarına çeviren din tüccarları kimdir diye sorulsa yine "aynı kişiler" yanıtı verilebilir. Çünkü olayın temelinde "para" yatmakta ve din, iman, millet ve benzeri kavramlar hep kılıf olarak kullanılmaktadır.
Yıllardır devrimcilerin uğruna kanarlını ve canlarını verdikleri halkın büyük bölümünün günümüzde Orta Çağ söylemlerini ve bütün bunları kullanarak hitap edenlerce güdülmeyi yeğlemesi gerçekten üzücü ve acı bir durum.
Birlikte yaşamaya tahammül edemeyen, sürekli kendi dışındakileri iteleyen dinci ve ırkçı faşist düşüncelerin tarihe gömülmesi belki zaman alacak. Ancak yaklaşık bir ay sonra yapılacak olan milletvekili genel seçimlerinin bir kapı olması gelecek için umut vaat edebilir.
21 Aralık 2016 Çarşamba
3 Aralık 2016 Cumartesi
Ailelerin Özürlülere Bakışı
AİLELERİN ÖZÜRLÜLERE BAKIŞI
Süleyman ÖZEROL
Araştırmacı-Gazeteci
TSD Malatya Şubesi’nin 29 Kasım 1998 tarihinde Halk Eğitim Merkezi Salonunda düzenlediği “Ailelerin Özürlülere Bakışı” konulu panel ile ilgili ayrıntılı yazımı bunca zaman geçse de güncelliğini koruması nedeniyle sunuyorum.
Vali Vural ve eşi İslim Vural öncülüğü ve desteği ile “Cumhuriyetimizin 75. Yılında Sakatlar Derneği İle Elele” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen “Ailelerin Özürlülere Bakışı” konulu panel, 29 Kasım 1998 günü Halk Eğitim Merkezi Salonunda gerçekleştirildi.
Saat 13 30’da başlayan panelin yöneticiliğini yaptım. Selami Ergün (Psikolojik Danışma Uzmanı), Abuzer Altun (İnş. Müh.), Şerafettin Özhan (Gazeteci-TV Programcısı), Aziz Mengüşoğlu (Eğitimci), Döne Karadağ (Em. Ebe-Hemşire) ve Ali Haydar Koyun (TSD Malatya Şube Başkanı) konuşmacı olarak katıldılar. Engelli olan Başkanın dışındaki konuşmacıların aynı zamanda engelli çocukları var.
Saygı duruşu ve İstiklal Marşından sonra panelin amacını açıklayıp konuşmacıları tanıttıktan sonra izlenecek yöntemi açıkladım. Destek ve öncü olan Vali Vural ve eşine, destek veren kişi ve kuruluşlara teşekkür ettikten sonra konuşmasını yapmak üzere Emniyet Müdürü Kemal İskender’i davet ettim. Kısa bir konuşma yapan İskender, özürlülüğün bir lütuf gibi kabul edilmesi gerektiğini söyledi.
Özürlülüğün aileler tarafından kabul edilmesi, saklanmaması, umutların yitirilmeden hareket edilmesi, devlet güvencesinin mutlaka olması, ailelerin, özellikle de annelerin bilinçli olması, sorunların çözümünde örgütlülüğün gerekliliği ve önemi, TSD Malatya Şubesinin çalışmaları ve talepleri gibi konular konuşmacılarca dile getirildi. “Üretmeyen inan özürlü insandır”, “Balık yedirmek yerine balık tutulmasını öğretmek” ilkesi konuşmanın özünü oluşturdu.
Şerafettin ÖZHAN/Gazeteci-TV Programcısı
Özürlülüğün kabullenilmesi, balık yedirmek yerine balık tutulmasının öğretilmesinin benimsenmesi ve kendi sorunları ile ilgili olarak karşılaştığı güçlükleri dile getirdi. Bu konuda basının, ilgili kurum ve kuruluşların-yöneticilerin duyarlı olmasını istedi.
İnsan unsurunun var olduğu her yerde özürlülüğün de var olduğunu, bunların da yaşamlarını sürdürebilmeleri için birçok kamu kurum ve kuruluşlarına iş düştüğünü, sakat arabalarının park sorunu olduğunu (Emniyet müdürüne ileterek), iş yerlerinde, ihalelerde (Park büfe vb.) özürlülere öncelik tanınmasını, eğitim kurumlarında, iş imkânlarında avantajların verilmesini (kredi vb.), otomobil sürücü kurslarından yararlanılmasını, özürlülere göre yapılan otoların hangi tür özür grubuna göre yapıldığının belirtilmesini, belediye otobüslerinde gerekli kolaylığın sağlanarak asansör yapılmasını dile getirdi.
Abuzer ALTUN/İnşaat Mühendisi
Her insanın özürlü olduğunu, konuya umutların yitirilmeden sahip çıkılarak hareket edilmesin, ailelerin ekonomik gücünü aşan tedavi yöntem ve olanaklarının devlet güvencesi altına alınmasını, özürlüler için bütçe ayrılmasını, bilimsel gelişmelerin 2006 yılına kadar birçok hastalığın çaresini bulacağını ve bu konuda da devlet desteğinin gerekli olduğunu, özürlü hattının vatandaşlar bilgilendirdiğini (Vergi indirimi, 60 milyonluk yardım, seyahat indirimi, özürlü kimliği ve benzeri konularda) açıkladı. Her insanın yaşam düşüncesine yakın hissetmesini, yaşam gerçekleri ile mücadele etmesini, sorunlarını çevresiyle birlikte çözmesini, kendini acınacak duruma sokarak hareket etmek ve kahretmek yerine yaşamın güzelliklerinin kabul edilmesini belirtti. Ayrıca, özürlüye daha fazla emek harcanacağını, kendi çocuğunda yaşadığı durumun (İlk üç haftada tedavi edilebilecek bir durumun zorlaştırıldığını) başkaları tarafından da yaşanmaması için olanakların ülkemizde de yaratılmasını, konuda en büyük hatanın iktidarlarda olduğunu, sağlık bakanlığı bütçesinin en ön sıralarda yer alması gerektiğini ve özürlülerin özlük hakları işe ilgili olarak 29 Temmuz 1998 tarihli kararnamede vergi indiriminin bulunduğunu, özürlü kimlik kartlarının alınabileceğini belirtti.
Döne KARADAĞ/Em. Ebe-Hemşire
Özellikle sakat maaşı ve geliri olmayan kişilerin düşünülmesini, kendi çocuğu ile ilgili çabalarını dile getirdi. Bu işin en çık anneleri ilgilendirdiğini, engellilerin saklanmaması gerektiğini, ne yapılacağını bilmiyorlarsa bilenlere danışmalarını, tedavilerini mümkün oldukça aksatmadan yaptırmaları gerektiğini belirtti.
Aziz MENGÜŞOĞLU/Eğitimci
Konuya el yordamı ile yaklaştıklarını, zamanla bilgi sahibi olduklarını, kadere terk etmemek gerektiğini, çocukları okul ortamında olanların özellikle pes etmemesi gerektiğini dile getirdi.
Özürlülüğün oluşmaması için başta devlet tarafından çalışmalar yapılması gerektiğini; doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrası oluşan özürlerin bilinçli uzman yokluğundan oluştuğunu; havale, menenjit gibi olayların özrü meydana getirdiğini, bu konuda eğitim çalışması yapılması, sorunların el yordamı ile değil, vazgeçmeden okul eğitimi ve ailelerin eğitimi konusunun uzun vadede çözüleceğini, özürlülerin küçümsenmemesi, acınmaması ve dışlanmaması gereken kililer olduğunu belirtti
Ali Haydar KOYUN/TSD Malatya Şubesi Başkanı
Dinleyicilerden özürlü sahibi olanları öğrenmek isteyince salondakilerin üçte birine yakını el kaldırdı. “Halkın gözünde özürlülerin sakat olarak tanımlandığı için, ben de sakat tanımlaması kullanacağım” dedi. Sakatlığın Allah’a havale edilmemesini, bilinçli hareket edilmesini, yasal hakların öğrenilmesini, örgütlülüğün gerekliliğini; yıllardır sağlamların konuştuğunu, bu nedenle “Mikrofon elime geçmişken konuşayım” diyerek Malatya’da bulunan 30–40 bin özürlünün sorununun çözümünde dernek olarak ellerinden geleni yaptıklarını ve yardımcı olanlara teşekkürlerini belirtti.
Selami ERGÜN/Psikolojik Danışma Uzmanı
Dört özür grubu (işitme, ortopedik, görme ve zihinsel) olmasına karşın, aslında üretmeyen insanın özürlü insan olduğunu belirtti. Ailede özürlüye sağlamlar gibi davranılması ve gerekli iletişimin sağlanması gerektiğini, bu konuda özellikle annelere görevler düştüğünü, özellikle 0–6 yaş arasında topluma bilinçli bir birey olarak hazırlamak, özürlü çocukların öcü gibi saklanmamasını ve topluma katarak güven duygusu kazandırmak gerektiğini dile getirdi.
Son Notlar
Başkan Ali Haydar Koyun, Konuşmaları değerlendirdi, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığının olduğunu, buradan bilgi alınabileceğini ve sorunların çözümünde başvurulabileceğini açıkladı.
Rampaların yapıldığını, yeterli olmadığını, ilk yıllarda bunun da olmadığını, asansörlerde karşılaşılan güçlüklerin çözümü için bazı hatlarda asansörlü otobüs bulunması gerektiğini belirten A. Haydar Koyun, Belediye Başkanı. A. Münir Erkal için, ”Beş yıldır kapımızı çalmadı, bir gün mutlaka çalacak” dedi. Ayrıca bazı konuların altını çizerek açıkladı:
“Dergiyi bir yıldır çıkarıyoruz. Abuzer Beyin özürlülerle ilgili bilgileri dergimizden öğrendiğini belirtmeliyim. Çünkü sürekli izliyor.”
“En uygun rampa ve asansör Adliye Sarayında...”
“Bize de sağlamlar gibi davranın...”
“Kabullenme, güven ve eğitim, iş, beceri, gelecek korkusu... Bunlar bizim sorunlarımız.”
Panel sona erdiğinde 15 kadar dinleyicinin soruları konuşmacılarca yanıtlandı. Sorularda bireysel sorunların ve iş olanakları yaratılmasının isteği çokluğu dikkat çekti. Soranların hemen hemen yarısını öğrenciler oluşturuyordu.
“Ali Kuşçu Uygulama ve Eğitim Okuluna gelen öğle yemeği aşevinin kapanması nedeniyle kesilmiştir” notu açıklandı. Konu ile ilgili olarak okul müdürü ile görüşüldü. *
Süleyman ÖZEROL
Araştırmacı-Gazeteci
TSD Malatya Şubesi’nin 29 Kasım 1998 tarihinde Halk Eğitim Merkezi Salonunda düzenlediği “Ailelerin Özürlülere Bakışı” konulu panel ile ilgili ayrıntılı yazımı bunca zaman geçse de güncelliğini koruması nedeniyle sunuyorum.
Vali Vural ve eşi İslim Vural öncülüğü ve desteği ile “Cumhuriyetimizin 75. Yılında Sakatlar Derneği İle Elele” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen “Ailelerin Özürlülere Bakışı” konulu panel, 29 Kasım 1998 günü Halk Eğitim Merkezi Salonunda gerçekleştirildi.
Saat 13 30’da başlayan panelin yöneticiliğini yaptım. Selami Ergün (Psikolojik Danışma Uzmanı), Abuzer Altun (İnş. Müh.), Şerafettin Özhan (Gazeteci-TV Programcısı), Aziz Mengüşoğlu (Eğitimci), Döne Karadağ (Em. Ebe-Hemşire) ve Ali Haydar Koyun (TSD Malatya Şube Başkanı) konuşmacı olarak katıldılar. Engelli olan Başkanın dışındaki konuşmacıların aynı zamanda engelli çocukları var.
Saygı duruşu ve İstiklal Marşından sonra panelin amacını açıklayıp konuşmacıları tanıttıktan sonra izlenecek yöntemi açıkladım. Destek ve öncü olan Vali Vural ve eşine, destek veren kişi ve kuruluşlara teşekkür ettikten sonra konuşmasını yapmak üzere Emniyet Müdürü Kemal İskender’i davet ettim. Kısa bir konuşma yapan İskender, özürlülüğün bir lütuf gibi kabul edilmesi gerektiğini söyledi.
Özürlülüğün aileler tarafından kabul edilmesi, saklanmaması, umutların yitirilmeden hareket edilmesi, devlet güvencesinin mutlaka olması, ailelerin, özellikle de annelerin bilinçli olması, sorunların çözümünde örgütlülüğün gerekliliği ve önemi, TSD Malatya Şubesinin çalışmaları ve talepleri gibi konular konuşmacılarca dile getirildi. “Üretmeyen inan özürlü insandır”, “Balık yedirmek yerine balık tutulmasını öğretmek” ilkesi konuşmanın özünü oluşturdu.
Şerafettin ÖZHAN/Gazeteci-TV Programcısı
Özürlülüğün kabullenilmesi, balık yedirmek yerine balık tutulmasının öğretilmesinin benimsenmesi ve kendi sorunları ile ilgili olarak karşılaştığı güçlükleri dile getirdi. Bu konuda basının, ilgili kurum ve kuruluşların-yöneticilerin duyarlı olmasını istedi.
İnsan unsurunun var olduğu her yerde özürlülüğün de var olduğunu, bunların da yaşamlarını sürdürebilmeleri için birçok kamu kurum ve kuruluşlarına iş düştüğünü, sakat arabalarının park sorunu olduğunu (Emniyet müdürüne ileterek), iş yerlerinde, ihalelerde (Park büfe vb.) özürlülere öncelik tanınmasını, eğitim kurumlarında, iş imkânlarında avantajların verilmesini (kredi vb.), otomobil sürücü kurslarından yararlanılmasını, özürlülere göre yapılan otoların hangi tür özür grubuna göre yapıldığının belirtilmesini, belediye otobüslerinde gerekli kolaylığın sağlanarak asansör yapılmasını dile getirdi.
Abuzer ALTUN/İnşaat Mühendisi
Her insanın özürlü olduğunu, konuya umutların yitirilmeden sahip çıkılarak hareket edilmesin, ailelerin ekonomik gücünü aşan tedavi yöntem ve olanaklarının devlet güvencesi altına alınmasını, özürlüler için bütçe ayrılmasını, bilimsel gelişmelerin 2006 yılına kadar birçok hastalığın çaresini bulacağını ve bu konuda da devlet desteğinin gerekli olduğunu, özürlü hattının vatandaşlar bilgilendirdiğini (Vergi indirimi, 60 milyonluk yardım, seyahat indirimi, özürlü kimliği ve benzeri konularda) açıkladı. Her insanın yaşam düşüncesine yakın hissetmesini, yaşam gerçekleri ile mücadele etmesini, sorunlarını çevresiyle birlikte çözmesini, kendini acınacak duruma sokarak hareket etmek ve kahretmek yerine yaşamın güzelliklerinin kabul edilmesini belirtti. Ayrıca, özürlüye daha fazla emek harcanacağını, kendi çocuğunda yaşadığı durumun (İlk üç haftada tedavi edilebilecek bir durumun zorlaştırıldığını) başkaları tarafından da yaşanmaması için olanakların ülkemizde de yaratılmasını, konuda en büyük hatanın iktidarlarda olduğunu, sağlık bakanlığı bütçesinin en ön sıralarda yer alması gerektiğini ve özürlülerin özlük hakları işe ilgili olarak 29 Temmuz 1998 tarihli kararnamede vergi indiriminin bulunduğunu, özürlü kimlik kartlarının alınabileceğini belirtti.
Döne KARADAĞ/Em. Ebe-Hemşire
Özellikle sakat maaşı ve geliri olmayan kişilerin düşünülmesini, kendi çocuğu ile ilgili çabalarını dile getirdi. Bu işin en çık anneleri ilgilendirdiğini, engellilerin saklanmaması gerektiğini, ne yapılacağını bilmiyorlarsa bilenlere danışmalarını, tedavilerini mümkün oldukça aksatmadan yaptırmaları gerektiğini belirtti.
Aziz MENGÜŞOĞLU/Eğitimci
Konuya el yordamı ile yaklaştıklarını, zamanla bilgi sahibi olduklarını, kadere terk etmemek gerektiğini, çocukları okul ortamında olanların özellikle pes etmemesi gerektiğini dile getirdi.
Özürlülüğün oluşmaması için başta devlet tarafından çalışmalar yapılması gerektiğini; doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrası oluşan özürlerin bilinçli uzman yokluğundan oluştuğunu; havale, menenjit gibi olayların özrü meydana getirdiğini, bu konuda eğitim çalışması yapılması, sorunların el yordamı ile değil, vazgeçmeden okul eğitimi ve ailelerin eğitimi konusunun uzun vadede çözüleceğini, özürlülerin küçümsenmemesi, acınmaması ve dışlanmaması gereken kililer olduğunu belirtti
Ali Haydar KOYUN/TSD Malatya Şubesi Başkanı
Dinleyicilerden özürlü sahibi olanları öğrenmek isteyince salondakilerin üçte birine yakını el kaldırdı. “Halkın gözünde özürlülerin sakat olarak tanımlandığı için, ben de sakat tanımlaması kullanacağım” dedi. Sakatlığın Allah’a havale edilmemesini, bilinçli hareket edilmesini, yasal hakların öğrenilmesini, örgütlülüğün gerekliliğini; yıllardır sağlamların konuştuğunu, bu nedenle “Mikrofon elime geçmişken konuşayım” diyerek Malatya’da bulunan 30–40 bin özürlünün sorununun çözümünde dernek olarak ellerinden geleni yaptıklarını ve yardımcı olanlara teşekkürlerini belirtti.
Selami ERGÜN/Psikolojik Danışma Uzmanı
Dört özür grubu (işitme, ortopedik, görme ve zihinsel) olmasına karşın, aslında üretmeyen insanın özürlü insan olduğunu belirtti. Ailede özürlüye sağlamlar gibi davranılması ve gerekli iletişimin sağlanması gerektiğini, bu konuda özellikle annelere görevler düştüğünü, özellikle 0–6 yaş arasında topluma bilinçli bir birey olarak hazırlamak, özürlü çocukların öcü gibi saklanmamasını ve topluma katarak güven duygusu kazandırmak gerektiğini dile getirdi.
Son Notlar
Başkan Ali Haydar Koyun, Konuşmaları değerlendirdi, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığının olduğunu, buradan bilgi alınabileceğini ve sorunların çözümünde başvurulabileceğini açıkladı.
Rampaların yapıldığını, yeterli olmadığını, ilk yıllarda bunun da olmadığını, asansörlerde karşılaşılan güçlüklerin çözümü için bazı hatlarda asansörlü otobüs bulunması gerektiğini belirten A. Haydar Koyun, Belediye Başkanı. A. Münir Erkal için, ”Beş yıldır kapımızı çalmadı, bir gün mutlaka çalacak” dedi. Ayrıca bazı konuların altını çizerek açıkladı:
“Dergiyi bir yıldır çıkarıyoruz. Abuzer Beyin özürlülerle ilgili bilgileri dergimizden öğrendiğini belirtmeliyim. Çünkü sürekli izliyor.”
“En uygun rampa ve asansör Adliye Sarayında...”
“Bize de sağlamlar gibi davranın...”
“Kabullenme, güven ve eğitim, iş, beceri, gelecek korkusu... Bunlar bizim sorunlarımız.”
Panel sona erdiğinde 15 kadar dinleyicinin soruları konuşmacılarca yanıtlandı. Sorularda bireysel sorunların ve iş olanakları yaratılmasının isteği çokluğu dikkat çekti. Soranların hemen hemen yarısını öğrenciler oluşturuyordu.
“Ali Kuşçu Uygulama ve Eğitim Okuluna gelen öğle yemeği aşevinin kapanması nedeniyle kesilmiştir” notu açıklandı. Konu ile ilgili olarak okul müdürü ile görüşüldü. *
* Malatya Yorum Gazetesi-Umudun Sesi Dergisi, Şubat 1999, yıl 2, sayı: 16
24 Kasım 2016 Perşembe
Aha Tösmecik!
AHA TÖSMECİK!
Süleyman ÖZEROL
1970’lerin başlarında Hattey Bibim (Zehra Oktay) Ankara’ya gelmiş. Bir süre kaldıktan sonra köye döndüğünde komşuları yanına gelip Ankara’yı sormuşlar. Nasıl bir yer, nereleri gördün gibi… O da Tösmecik tepesini göstermiş, “Angara Angara deysiğiz, aha bizim Tösmecik” demiş. Ankara’yı Ballıkaya’daki Tösmecik Tepesine benzetmiş yani…
Kırk yıl öncesine gidelim ve o zamanın Ankara’sını ve de İncirlisini düşünelim…
Kadıncağız İncirliye gitmiş, başka bir yer görmemiş. Bırakın başka semtleri Ankara demek olan Ulus ve Kızılay’dan hele hele hiç haberi yok. Bu nedenle Ankara’yı Ballıkaya köyündeki Tösmecik Tepesi gibi algılamış. Onun gözünde İncirli Ankara’dır ve Tösmecik’ten farksızdır…
Aradan geçen kırk yıl içinde Ankara’yı yeni gören ve eskiden beri Ankara’da yaşayan köylülerimiz için çok şey değişmiş midir acaba? Acaba köylülerimiz için İncirli’nin dışındaki Ankara bir şey ifade ediyor mu? Ulus ya da Kızılay’da iş kuran olmuş mu, oralarda çalışan var mı? Devlet memuru olup da evinden işine, işinden evine gidip gelmenin dışında kentin toplumsal yaşamına katılan köylülerimiz var mı? Sinemaya, tiyatroya, şiir ve müzik dinletilerine, konserlere ve daha başka etkinliklere katılan ve burada görev üstlenen Ballıkayalılar var mı? Yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce Ankara’ya gelmiş olan ve bugün 170 hanenin üzerinde halkın yaşadığı bu kentte Ballıkayalılardan gazeteci, yazar, ressam, ses-saz sanatçısı, yontucu gibi sanatçılar yetişmiş mi? Yarım yüzyıldan fazla bir süredir bu kentte yaşayanlardan Ballıkaya’nın adını kazıyan olabilmiş mi?
Konu ile ilgili kadar çok soru üretebiliriz ki; çünkü yaşamın her alanı kültürün belirleyicisi olan davranışları kapsar. Yalnızca sanatsal etkinlikler değil, kültürel etkinlikleri de düşünelim. Ballıkaya’nın eğlence, düğün, yemek gibi kültürleri Ankara’ya ne kadar yansımış ve ne kadar yaşatılabiliyor?
Çok önemli olan bir başka konu eğitim… Yarım yüzyılı aşan sürede eğitim alanında Ballıkayalı kimler yol kat etmiş, akademik başarı göstermiş, nerelerdeler? Devletin yüksek kademelerinde yer alanlar olmuş mu?
Siyaset, kültürün bir başka boyutu… Ballıkayalılardan kimler siyasetle uğraşmış, siyasetin hangi kademelerinde uğraş vermiş ve hala uğraş verenler var mı? Milletvekili, bakan, parti başkanı, parti yöneticisi olanlar olmuş mu?
Evet… Yarım yüzyılı aşan süredir başkentte yaşayan Ballıkayalılardan işsiz kalanlar olmadı mı? İşsizliğe karşı nasıl mücadele ettiler?
Demokratik yaşamın gereklerinden olan örgütlenme özgürlüğünü nasıl kullandılar? Dernekleşebildiler mi, vakıflarda görev alabildiler mi? Bu alanda seslerini ne kadar duyurabildiler?
Bütün bu ve daha başka doğacak sorulara yanıt bulabilmek için kişileri bulmak gerek önce…
27 Aralık 2013, Perşembe
Ennepetal, Almanya
Süleyman ÖZEROL
1970’lerin başlarında Hattey Bibim (Zehra Oktay) Ankara’ya gelmiş. Bir süre kaldıktan sonra köye döndüğünde komşuları yanına gelip Ankara’yı sormuşlar. Nasıl bir yer, nereleri gördün gibi… O da Tösmecik tepesini göstermiş, “Angara Angara deysiğiz, aha bizim Tösmecik” demiş. Ankara’yı Ballıkaya’daki Tösmecik Tepesine benzetmiş yani…
Kırk yıl öncesine gidelim ve o zamanın Ankara’sını ve de İncirlisini düşünelim…
Kadıncağız İncirliye gitmiş, başka bir yer görmemiş. Bırakın başka semtleri Ankara demek olan Ulus ve Kızılay’dan hele hele hiç haberi yok. Bu nedenle Ankara’yı Ballıkaya köyündeki Tösmecik Tepesi gibi algılamış. Onun gözünde İncirli Ankara’dır ve Tösmecik’ten farksızdır…
Aradan geçen kırk yıl içinde Ankara’yı yeni gören ve eskiden beri Ankara’da yaşayan köylülerimiz için çok şey değişmiş midir acaba? Acaba köylülerimiz için İncirli’nin dışındaki Ankara bir şey ifade ediyor mu? Ulus ya da Kızılay’da iş kuran olmuş mu, oralarda çalışan var mı? Devlet memuru olup da evinden işine, işinden evine gidip gelmenin dışında kentin toplumsal yaşamına katılan köylülerimiz var mı? Sinemaya, tiyatroya, şiir ve müzik dinletilerine, konserlere ve daha başka etkinliklere katılan ve burada görev üstlenen Ballıkayalılar var mı? Yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce Ankara’ya gelmiş olan ve bugün 170 hanenin üzerinde halkın yaşadığı bu kentte Ballıkayalılardan gazeteci, yazar, ressam, ses-saz sanatçısı, yontucu gibi sanatçılar yetişmiş mi? Yarım yüzyıldan fazla bir süredir bu kentte yaşayanlardan Ballıkaya’nın adını kazıyan olabilmiş mi?
Konu ile ilgili kadar çok soru üretebiliriz ki; çünkü yaşamın her alanı kültürün belirleyicisi olan davranışları kapsar. Yalnızca sanatsal etkinlikler değil, kültürel etkinlikleri de düşünelim. Ballıkaya’nın eğlence, düğün, yemek gibi kültürleri Ankara’ya ne kadar yansımış ve ne kadar yaşatılabiliyor?
Çok önemli olan bir başka konu eğitim… Yarım yüzyılı aşan sürede eğitim alanında Ballıkayalı kimler yol kat etmiş, akademik başarı göstermiş, nerelerdeler? Devletin yüksek kademelerinde yer alanlar olmuş mu?
Siyaset, kültürün bir başka boyutu… Ballıkayalılardan kimler siyasetle uğraşmış, siyasetin hangi kademelerinde uğraş vermiş ve hala uğraş verenler var mı? Milletvekili, bakan, parti başkanı, parti yöneticisi olanlar olmuş mu?
Evet… Yarım yüzyılı aşan süredir başkentte yaşayan Ballıkayalılardan işsiz kalanlar olmadı mı? İşsizliğe karşı nasıl mücadele ettiler?
Demokratik yaşamın gereklerinden olan örgütlenme özgürlüğünü nasıl kullandılar? Dernekleşebildiler mi, vakıflarda görev alabildiler mi? Bu alanda seslerini ne kadar duyurabildiler?
Bütün bu ve daha başka doğacak sorulara yanıt bulabilmek için kişileri bulmak gerek önce…
27 Aralık 2013, Perşembe
Ennepetal, Almanya
23 Kasım 2016 Çarşamba
Öğretmen Evini de Öğretmenler Günün'nü de Benimseyemedim
Öğretmen Evini de Öğretmenler Gününü de Benimseyemedim
12 Eylülün ertesinde Siverek ilçesine sürgün edilince, "Yeter arık dokuz yıl kaldığım" diyerek Urfa'dan il dışı tayin istedim ve Malatya'ya atandım.
12 Eylülün üzerinden bir yıl geçmişti ve dikta her şeyi kendisine benzetmek için "Ordu Evi" gibi "Öğretmen Evi" yaratmıştı. Öğretmen de asker gibi halktan kopmalı, kendi kabuğunda olmalı, öğretmen olmayanlar "eve" alınmamalıydı.
Toygar köyünde göreve başladığımda mutemet olan okul müdürü "Öğretmen evi aidatı keseceğiz maaşınızdan" dedi. Öğretmen evine üye olmak istemediğimi, bu nedenle ödenti de ödemek istemediğimi söyledim. Deneyimli okul müdürü İsmet İmik, "Olmaz" falan demedi, "öğreneyim, size bildireyim" dedi. Ertesi gün, "Zorunlu imiş, herkesin üye olması gerekiyormuş" dedi.
Her şey tepeden yapılıyordu ve bize danışacak değillerdi ya...
Emekli olana kadar (Mart 1998) da maaşımdan ödenti kesildi. Diğer yandan ilkokul öğretmenlerinin özgür çabası ile kurulan İLKSAN da devlet denetimine sokuldu ve süreçte içi boşaltıldı. OYAK benzeri MEYAK ile memur maaşlarının % 5'i kesildi ve emekli olanlara gülünç miktarlarda ödemeler yapıldı.
İradem dışında kurulan "ev"e zorla üye edildiğimiz gibi, M. Kemal Atatürk'ün adı kullanılarak bir de "Öğretmenler Günü" yaratıldı. Neymiş efendim, yeni harfler 24 Kasım günü halka öğretilmiş. bizimkiler hala 12 Eylül diktasının çaktığı kazıkların çıkmasını bekliyorken adamlar günümüzde elinden gelse Arapçayı resmi dil ve yazı yapacak.
Öğretmen Evi'ni benimseyemediğim gibi, dünyanın bir öğretmenler günü varken bizimkilerin biçimcilik ile uğraşmaları sonucu yarattığı Öğretmenler Günün'nü de benimseyemedim bir türlü.
Öğretmenin acınacak duruma düşürüldüğü, tüm okulların imam hatip yapılmaya çalışıldığı, eğitimde en geride kaldığımız günümüzde öğretmenlerin gününün de bir anlamı olmadığını düşünüyor; bilimsel, laik ve demokratik eğitim yolunda uğraş veren öğretmenleri kutluyorum. Harcımızda emekleri olan öğretmenlerimizi saygıyla anıyorum.
12 Eylülün ertesinde Siverek ilçesine sürgün edilince, "Yeter arık dokuz yıl kaldığım" diyerek Urfa'dan il dışı tayin istedim ve Malatya'ya atandım.
12 Eylülün üzerinden bir yıl geçmişti ve dikta her şeyi kendisine benzetmek için "Ordu Evi" gibi "Öğretmen Evi" yaratmıştı. Öğretmen de asker gibi halktan kopmalı, kendi kabuğunda olmalı, öğretmen olmayanlar "eve" alınmamalıydı.
Toygar köyünde göreve başladığımda mutemet olan okul müdürü "Öğretmen evi aidatı keseceğiz maaşınızdan" dedi. Öğretmen evine üye olmak istemediğimi, bu nedenle ödenti de ödemek istemediğimi söyledim. Deneyimli okul müdürü İsmet İmik, "Olmaz" falan demedi, "öğreneyim, size bildireyim" dedi. Ertesi gün, "Zorunlu imiş, herkesin üye olması gerekiyormuş" dedi.
Her şey tepeden yapılıyordu ve bize danışacak değillerdi ya...
Emekli olana kadar (Mart 1998) da maaşımdan ödenti kesildi. Diğer yandan ilkokul öğretmenlerinin özgür çabası ile kurulan İLKSAN da devlet denetimine sokuldu ve süreçte içi boşaltıldı. OYAK benzeri MEYAK ile memur maaşlarının % 5'i kesildi ve emekli olanlara gülünç miktarlarda ödemeler yapıldı.
İradem dışında kurulan "ev"e zorla üye edildiğimiz gibi, M. Kemal Atatürk'ün adı kullanılarak bir de "Öğretmenler Günü" yaratıldı. Neymiş efendim, yeni harfler 24 Kasım günü halka öğretilmiş. bizimkiler hala 12 Eylül diktasının çaktığı kazıkların çıkmasını bekliyorken adamlar günümüzde elinden gelse Arapçayı resmi dil ve yazı yapacak.
Öğretmen Evi'ni benimseyemediğim gibi, dünyanın bir öğretmenler günü varken bizimkilerin biçimcilik ile uğraşmaları sonucu yarattığı Öğretmenler Günün'nü de benimseyemedim bir türlü.
Öğretmenin acınacak duruma düşürüldüğü, tüm okulların imam hatip yapılmaya çalışıldığı, eğitimde en geride kaldığımız günümüzde öğretmenlerin gününün de bir anlamı olmadığını düşünüyor; bilimsel, laik ve demokratik eğitim yolunda uğraş veren öğretmenleri kutluyorum. Harcımızda emekleri olan öğretmenlerimizi saygıyla anıyorum.
20 Kasım 2016 Pazar
Halkımız Halinden Memnun
Halkımız Halinden Memnun
Süleyman ÖZEROL
Bir 12 Mart paşası, katıldığı bir televizyon programında 12 Martın demokrasinin önünü açtığını söylüyor ve göklere çıkarıyordu. Bazı uygulamaları ise, anayasanın ve hukuk düzenin ayıbı gibi kabul ediyordu. Ayrıca “argo” diye tanımlanan sözcükleri bolca kullandığı kitabının da reklamını yapıyordu.
12 Mart döneminde sol-demokrat insanların potansiyel suçlu ilan edildiği gerçeğini göz ardı eden paşa, “Ordu Uyanık Olmalı” yazısı nedeniyle başına gelmedik kalmayan Uğur Mumcu’nun üniversite mezunu olmasına karşın “Sakıncalı Piyade” olarak askerlik yaptığını da biliyordu mutlaka. Bunun yanı sıra potansiyel suçlu kabul edilenlerin birçoğunun yasal ya da yasal olmayan işlemlerden geçtiğini de bilmediğini söyleyemeyiz sanırım.
Aradan 10 yıl geçer ve yine ülkemizde sol düşünce 12’den vurulur. 12 Mart benzeri uygulamalar yapılır ve yine solcular potansiyel suçlu ilan edilir. Atatürk’ün kurduğu bütün kurumlar birer birer kapatılır, özerk kurumlar olmaktan çıkarılarak gerici yapılanmaların denetimine sokulur. Eğitim ve bilim siyasallaşarak din olgusu i bütünleştirilmeye çalışılır. Laiklik ve öğretim birliği ilkesi, devrim yasaları zedelenir.
Bir başka konu; yaratılan yapay değerler, demokrasi ve paylaşmanın yerine çıkar gruplarının ve bireyselliğin ön plana çıkmasını hızlandırır. Kısa yoldan zengin olma ve toplumsal değer yargılarının hızla törpülenmesi toplumsal bozulmayı getirir.
“Biz ki ustasıyız vatan sevmenin”, “Yok edin insanın insana kulluğunu” diyen şair vatan haini ilan edilirken; vatanı olmayan sermaye dolar ve mark egemenliğinin doğmasına olanak sağlar. Siyaset-tarikat-ticaret üçgeni o kadar hızla gelişir ki, feodal yapının yedeklemesiyle birlikte demokrasi ve cumhuriyet neredeyse teslim olacaktır.
“46 Ruhu”, “vatan-millet-Sakarya”, “milliyetçi ve muhafazakar”, “Küçük Amerika” gibi söylemlerle bugüne gelen ülkemiz 50 yıldır sağ düşüncenin egemen olduğu hükümetlerce yönetiliyor. Bir bakıyorsunuz 28 Şubat süreci yaşanıyor. Yaşanıyor da, bu işe halk ne diyor acaba? Yüzyıllardır Osmanlının “yurttaş” olarak bile görmediği, günümüzde de yukarıda sıraladığımız söylemlerle uyutulan halkımız, halinden memnun...
“Ne atom bombası
Ne Londra konferansı
Bir elinde cımbız
Bir elinde ayna
Umurunda mı dünya?”
Ne enflasyon, ne pahalılık, ne bilmem ne? Ne anayasanın değiştirilmesi ne de siyasal partiler ve seçim yasalarının değiştirilmesi halkımız için hiçbir önem taşımamaktadır!
Ülkemiz kaderini gerçekten de bunların değiştireceğini düşünmek, hala eskiyi yinelemek olur. Bireyin özgür iradesinin egemen olduğu zaman sorunlarımız daha da aza inecek ve bugünkü yaşadığımız olumsuzlukların birçoğunu yaşamayacağız.
Yine sözü şaire verelim:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine”
Bu, geç de olsa gerçekleşecektir. *
1 Kasım 2016 Salı
Bir Araya Getirmek...
Bir Araya Getirmek...
Gazeteye haftada en az bir yazı...
Kitap çalışmalarım...
Kitap tasarımlarım...
Bağlama çalmak, söylemek...
Belgeseller, televizyon programları...
Fotoğraf çekimi ve belgecilik...
Derlemeler, araştırmalar...
Tez, ödev yapan öğrencilere yardım...
Araştırma, inceleme yapanlara yardım...
Günlük yaşam...
Ev yaşamı...
Çocuklar, torunlar...
Eş, dost, akraba, arkadaşlar...
Ülke, dünya ve evren...
Daha ne olsun?
Biraz saflaşacağım...
Bir süre her şeyi buradan idare edeceğim.
Saygı, sevgi ve selamlar...
Süleyman ÖZEROL
Not: http://benbirsitus.webnode.com.tr/home/ sitemi kapattım ve buradan devam...
Çok dağıldım, çok...
Yirmiden çok site...Gazeteye haftada en az bir yazı...
Kitap çalışmalarım...
Kitap tasarımlarım...
Bağlama çalmak, söylemek...
Belgeseller, televizyon programları...
Fotoğraf çekimi ve belgecilik...
Derlemeler, araştırmalar...
Tez, ödev yapan öğrencilere yardım...
Araştırma, inceleme yapanlara yardım...
Günlük yaşam...
Ev yaşamı...
Çocuklar, torunlar...
Eş, dost, akraba, arkadaşlar...
Ülke, dünya ve evren...
Daha ne olsun?
Biraz saflaşacağım...
Bir süre her şeyi buradan idare edeceğim.
Saygı, sevgi ve selamlar...
Süleyman ÖZEROL
Not: http://benbirsitus.webnode.com.tr/home/ sitemi kapattım ve buradan devam...
23 Mayıs 2016 Pazartesi
“Gözlerime Bakma Ne Olur” Yayınlandı
“Gözlerime Bakma Ne Olur” Yayınlandı
ŞİİR BİR SOLUKLANMADIR
İlkokulda başlayan şiir tutkum Akçadağ İlköğretmen Okulunda daha da belirginleşti. Babamdan oldukça etkilendim yazma konusunda. Onun askerlikte tuttuğu günlükler, şiirler, öyküler, anılar benim de onun gibi hareket etmeme etken oldu. 1971 yılında okulda resim-iş dersinde bir defter yaparak yazdığım şiirleri, öyküleri, anıları, makaleleri, alıntıları yazdım, resimler de yaptım. Bununla birlikte okul yaşamımda Garip şiir akımından özellikle Orhan Veli Kanık’ın kısa şiirlerini seviyordum. Cumhuriyet için, “En Büyük Düğün” demişim. Köylü kökenli olmamdan kaynaklanıyor olmalı ki; “Köylü” başlığı altında, “Bu yurdun efendisi/Köylüdür ta kendisi” diye bir şiir yazmıştım. Diğer yandan insan ve ağaç özdeşliğine dikkat çekmişim. 1971, darbe, ülkemiz Türkiye ve Atatürk… Anadolu, uygarlıklar yurdu, cömert, cennet…
On dokuz yaşında öğretmenim ve Urfa Yetiştirme Yurdunda görevliyim. Daktilo da var, yazıyorum durmadan ve kaydediyorum. Bazı şeyler yıkılıyor, yok oluyor, yok ediliyordu ve ters sayış yaptım kötülüğe karşı. Duygusallık başka bir şey… Doğa, hayvanlar… Bir yanımız kırsala bağlı demiştik ya… Milliyetçi Cephe dönemi, kargaşa, anarşi… Ve selam salıyorum ülkeme, özgürlüğe…
1975-1981 Kısas, öğretmenlik ve okul müdürlüğü, yoğun bir yaşam, derken sürgün; Siverek… Siverek yeniden yazmamda etkili oldu. Yöneticilikten alınmıştım, sorumluluğum azalmıştı, yeni bir yerdeydim ve edebiyatla, müzikle yeniden uğraşmaya başlıyorum. Yeni bir çevre ile birlikte yeniden şiir yazmaya başladım.
1972’de yazdığım birçok şiiri yeniden düzenledim. Bu şiirlerden, “Bir Gün Uyandığında”, Antoloji Şiir Dergisinin Kasım 1981 sayısında yayınlandı.
Seksenli yıllarda 1983 yılında başladığım kendi köyüm ile ilgili çalışmamdan dolayı köyümü anlatan birkaç şiirin dışında pek de şiir yazmamışım. Şiire yönelmem iki binli yıllarda oldu daha çok. Hem köyüm Ballıkaya hem de duygusal tavırlardan kaynaklanan şiirler çıktı ortaya…
Şiir tutkumdan dolayı bir zamanlar radyo ve televizyon programlarına katıldım, programlar yaptım. Gazete, dergi çıkardım, yayın organlarında şiirler yayınladım. Ankara’da çok sayıda şiir ve müzik dinletilerine katıldım, hala da katılıyorum. Çünkü Ankara’ya gelince halk ozanları ile iletişimim de etkili oldu bunda elbette. Dolayısıyla ölçülü şiirlerimden seçmeler yaparak “Ah İle Âmânı Dağlara Saldık” adıyla yayınladım. Bu kez ölçüsüz şiirlerimi yine 80 sayfalık bir kitap olarak “Gözlerime Bakma Ne Olur” adıyla sunuyorum.
Anıya Benzer adını verdiğim günlük anı-deneme notlarımda şunları yazmıştım:
“Tüm güzel şiirleri seviyordum. Şiir bir soluklanmadır bence. Şiiri yazandan çok okuyan soluklanır. Şiir okuyan insanın tüm heyecanı bir noktada toplanır. Göz, dil, gırtlak, kalp, sinir sistemi, damarlar, mide solunum sistemi hep birlikte hareket halindedir. Duygu ve düşünceler de ayrı bir özellik gösterir. Hele şiir yalın ve akıcı ise insan daha bir zevk alır okumaktan. Ancak şiirde yabancı dillerden etkiler varsa bu heyecan, bu birliktelik, bu zevk yerini aksaklığa, yanlış okumaya, kekemeliğe, pepemeliğe bırakır…”
Özellikle şiirin temellerini “sevgi”nin oluşturduğunu, insan ve doğa sevgisinin bu temelde çok önemli bir yet tuttuğunu belirterek iyi okumalar dilerim.
Saygılarımla…
Süleyman ÖZEROL
Gözlerime Bakma Ne OlurGözlerime bakma ne olurBana anımsatma yitmişliğimiYalnızım koca şehirdeBırak, yalnız kalayımBana anımsatma kimsesizliğimiSüleyman ÖZEROL1972 – Urfa
ŞİİR BİR SOLUKLANMADIR
İlkokulda başlayan şiir tutkum Akçadağ İlköğretmen Okulunda daha da belirginleşti. Babamdan oldukça etkilendim yazma konusunda. Onun askerlikte tuttuğu günlükler, şiirler, öyküler, anılar benim de onun gibi hareket etmeme etken oldu. 1971 yılında okulda resim-iş dersinde bir defter yaparak yazdığım şiirleri, öyküleri, anıları, makaleleri, alıntıları yazdım, resimler de yaptım. Bununla birlikte okul yaşamımda Garip şiir akımından özellikle Orhan Veli Kanık’ın kısa şiirlerini seviyordum. Cumhuriyet için, “En Büyük Düğün” demişim. Köylü kökenli olmamdan kaynaklanıyor olmalı ki; “Köylü” başlığı altında, “Bu yurdun efendisi/Köylüdür ta kendisi” diye bir şiir yazmıştım. Diğer yandan insan ve ağaç özdeşliğine dikkat çekmişim. 1971, darbe, ülkemiz Türkiye ve Atatürk… Anadolu, uygarlıklar yurdu, cömert, cennet…
On dokuz yaşında öğretmenim ve Urfa Yetiştirme Yurdunda görevliyim. Daktilo da var, yazıyorum durmadan ve kaydediyorum. Bazı şeyler yıkılıyor, yok oluyor, yok ediliyordu ve ters sayış yaptım kötülüğe karşı. Duygusallık başka bir şey… Doğa, hayvanlar… Bir yanımız kırsala bağlı demiştik ya… Milliyetçi Cephe dönemi, kargaşa, anarşi… Ve selam salıyorum ülkeme, özgürlüğe…
1975-1981 Kısas, öğretmenlik ve okul müdürlüğü, yoğun bir yaşam, derken sürgün; Siverek… Siverek yeniden yazmamda etkili oldu. Yöneticilikten alınmıştım, sorumluluğum azalmıştı, yeni bir yerdeydim ve edebiyatla, müzikle yeniden uğraşmaya başlıyorum. Yeni bir çevre ile birlikte yeniden şiir yazmaya başladım.
1972’de yazdığım birçok şiiri yeniden düzenledim. Bu şiirlerden, “Bir Gün Uyandığında”, Antoloji Şiir Dergisinin Kasım 1981 sayısında yayınlandı.
Seksenli yıllarda 1983 yılında başladığım kendi köyüm ile ilgili çalışmamdan dolayı köyümü anlatan birkaç şiirin dışında pek de şiir yazmamışım. Şiire yönelmem iki binli yıllarda oldu daha çok. Hem köyüm Ballıkaya hem de duygusal tavırlardan kaynaklanan şiirler çıktı ortaya…
Şiir tutkumdan dolayı bir zamanlar radyo ve televizyon programlarına katıldım, programlar yaptım. Gazete, dergi çıkardım, yayın organlarında şiirler yayınladım. Ankara’da çok sayıda şiir ve müzik dinletilerine katıldım, hala da katılıyorum. Çünkü Ankara’ya gelince halk ozanları ile iletişimim de etkili oldu bunda elbette. Dolayısıyla ölçülü şiirlerimden seçmeler yaparak “Ah İle Âmânı Dağlara Saldık” adıyla yayınladım. Bu kez ölçüsüz şiirlerimi yine 80 sayfalık bir kitap olarak “Gözlerime Bakma Ne Olur” adıyla sunuyorum.
Anıya Benzer adını verdiğim günlük anı-deneme notlarımda şunları yazmıştım:
“Tüm güzel şiirleri seviyordum. Şiir bir soluklanmadır bence. Şiiri yazandan çok okuyan soluklanır. Şiir okuyan insanın tüm heyecanı bir noktada toplanır. Göz, dil, gırtlak, kalp, sinir sistemi, damarlar, mide solunum sistemi hep birlikte hareket halindedir. Duygu ve düşünceler de ayrı bir özellik gösterir. Hele şiir yalın ve akıcı ise insan daha bir zevk alır okumaktan. Ancak şiirde yabancı dillerden etkiler varsa bu heyecan, bu birliktelik, bu zevk yerini aksaklığa, yanlış okumaya, kekemeliğe, pepemeliğe bırakır…”
Özellikle şiirin temellerini “sevgi”nin oluşturduğunu, insan ve doğa sevgisinin bu temelde çok önemli bir yet tuttuğunu belirterek iyi okumalar dilerim.
Saygılarımla…
Süleyman ÖZEROL
Ankara 2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)