24 Kasım 2017 Cuma

Öğretmenler Günü Anımsatıyor

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ANIMSATIYOR
Urfa, 1972













Öğretmenler Günü anımsatıyor...
1972 yılı yaz döneminde Akçadağ İlköğretmen Okulunu bitirdim.
Urfa Merkez, Öğretmenliğe başladığım zaman, 1972...
İlk görevim Yetiştirme Yurdu Öğretmenliği
O zamanlar bir şiir yazmıştım kendimce...

Mesleğim

Malatya’ya bağlı Hekimhan ilçesinin
Ballıkaya köyünden Hasan oğlu
Süleyman Özerol
Sekiz yüz yetmiş lira maaşlı
Dokuz yıl mecburi hizmetli
Bir öğretmenim
Önemsenmeyen, hor görülen
Kutsal meslektenim...


Urfa, 12 Kasım 1972

Daha sonra şiiri özleştirerek aşağıdaki biçime dönüştürdüm.

Ben bir öğretmenim
Önem verilmeyen
Hor görülen
Kutsal meslektenim


12 Eylülden sonra Siverek'e sürgün edildiğimde şiirime yeni bir biçim verdim.

Ben Bir Öğretmenim

Ben bir öğretmenim
Önemsenmeyen hor görülen
Oysa kutsal olan meslektenim

Ben ki okumayı öğretirim
Yazmayı öğretirim çocuklarımıza
İnsanlığı sevgiyi barışı öğretirim
Bir yapı hazırlarım yarınlarımıza

Dün benden sorulur
Yarınlar benden sorulacak
Çünkü ilk basamak benim


Siverek, 7 Eylül 1981
(S. ÖZEROL: Gözlerime Bakma Ne Olur, Ankara 206, s. 39)

25 Eylül'de Malatya Battalgazi Toygar'da göreve başladım. 1985'de Boran Köyü İlkokulu açtım. 31 Aralık 1987 günü Yeşiltepe Ahmet Parlak İlkokulunda dört yıla yakın çalıştım. Ekim 1991, bir sürgün daha; Malatya Merkez Ş. Yzb. Hakkı Akyüz İlköğretim Okuluna. Buradan emekli olduğumda 25 yıl 7 ay görev yapmıştım.
Derken yirmi yıl bitmek üzere emekli olalı.
Ne mi yapıyorum?
Hala öğretmenlik diyebilirim...
Neden mi?
Meslekte iken daha çok çocuklara ve ailelerine hitap ederken, şimdi basın yayın ile dünyaya hitap ediyorum.


Ankara, 24 Kasım 2017

24 Ekim 2017 Salı

Küçük Kızın Akşam Öğünü



KÜÇÜK KIZIN AKŞAM ÖĞÜNÜ


5 Şubat 2015, Perşembe...
Ulus'ta matbaaya uğradım, dönüşte yeraltı treni ile Maltepe'ye kadar geldim. Yeraltı treninden inince merdivenleri çıktığımda elinde kâğıt mendil gelip geçene uzatan yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu gördüm. O yana bu yana sallanıp duruyordu. Hemen yukarıda merdivenin başında ise, dişlenmiş sapsarı armut gözüme, yanında bir oyuncak araba tekeri ve bir market reklamı vardı. Bunların sahibi de kaldırımın kenarında oynayan daha küçük yaşta bir kız çocuğuydu. Karanlıkta pek belli olmuyordu ama elindeki çöp ya da başka bir şeyi durmadan yere sürtüyordu.
Bu saatte bu kız çocukları bir mendil satarak "para" mı kazanıyorlardı acaba? Yoksa annelerinin iş yapmasına engel oldukları için buralara mı gönderilmişlerdi. Ya da buncağız çocukların gece vakti kentin her yerinde bulunmaları için daha başka nedenler mi vardı?
Bazılarına sorarsanız Allah rızklarını verir...
Birilerine sorarsanız bu çocukların sokaklarda dolaşmaları değil, din, iman, Osmanlıca öğrenmeleri gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu yaşlarda başlarına çaput sarmaları gerekiyor...
Birilerine sorarsanız, bu çocukların satıcılık yapması değil bilimsel eğitim alması gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, kimseleri yoksa ya da ailesi bakamıyorsa yetiştirme yurtlarında kalmaları gerekiyor...
Bazılarına sorarsanız, bunların hallerine ağlanması gerekiyor.
Ben de bir şey yapamadım ve ağlamak istedim, ağlayamadım; içimden ağladım...
Nedense hep aklıma 1972 yılında ilk göreve başladığım Urfa Yetiştirme Yurdu gelir bu çocukları gördüğümde. Daha 19 yaşındaydım ve benden büyük çocuklara öğretmenlik yapmıştım orada. Aslında o yaşta idim ama çok büyüktüm! Çünkü hala o zamanki ruhu taşıyorum.
Eti yenilmeyen, gönü giyilmeyen insanın bir tatlı dili, bir güler yüzü olması için nelerin gerekli olduğunu o yaşımda öğrenmiştim. O yaşımda benden büyüklere analık babalık yapmıştım. Orada yaşadığım bazı anılarımı unutamam. Üç çocuk babası yurt müdürünün, çok yönlü engelli ve kimsesiz hem de emanet bırakılan çocuğu Viranşehir ilçesine götürüp halk deyimi ile “seyiplemesi” hiç aklımdan çıkmaz. Diyarbakır'dan yuvadan getirdiğim Mehmet Ali'nin sobadan tutuşup yanmasını da unutamam...
Ve yine aklıma küçük kızın akşam öğünü bir armut takılıyor. Bir kez dişlediği, oynamak uğruna oyuncağı ile duvarın üzerine bıraktığı sapsarı armut...
Eh, yetkililere Allah din iman versin...
Bu zavallı çocuklara ne versin peki?


(Malatya Söz Gazetesi)

14 Eylül 2017 Perşembe

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?

Cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?
Eylül ayı, “Kış Sezonu” denen dönemin başlangıcı olup, okulların açıldığı, kış hazırlıklarının son hızla sürdüğü, pek çok meyve ve sebzenin olgunlaştığı ve doğanın yavaş yavaş sararmaya başladığı bir ay...
Eylülde nedense bazı insanlarda karamsarlık duyguları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlar. Bazı insanlar ise bir sonraki mevsime daha iyi hazırlanma çabası içindedir.
Ben de Ekim ayı ortalarında Ankara’ya dönersem hazırladığım kitaplardan en az üç ya da dördünü bastırmayı, 2018 ve 2019 yıllarında bastırmak istediğim çalışmaları, dergi çıkarma düşüncesinin getirdiği tasarıları düşünmeye başladım.
Basındaki bir haber de dikkat çekici idi…
HDP’li Aysel Tuğluk, cezaevinden özel izinle annesinin cenaze törenine katılır. Batıkent’teki bir cemevinde yapılan törenin ardından cenaze İncek mezarlığına getirilir. Burada bir grup, “Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni Mezarlığı değil” diyerek törene katılanlara saldırıp, cenazeyi ailenin almaması durumunda kendilerinin çıkaracağını söyleyerek tehdit ederler. Aile de cenazeyi gömüldüğü mezardan çıkararak Dersim’e gönderir…
İşte bu faşist tutum üzerine, cenazeye saldırmak eyleminin nereye sığdırılacağını düşündüm. Bugünlerde Facebook denen toplumsal paylaşım sitesinde sıkça görünen, "Ne düşünüyorsun?" sorusu üzerine yanıtlar, daha doğrusu karşı sorulu yanıtlar vermek gereksinimi duydum.
"Ne mi düşünüyorum?" diyerek başladım ve sıraladım.


Galiba dinciler ve ırkçılar dünyayı kana bulayacaklar. Ölüleri bile rahat bırakmıyorlar.
Katliamcıları düşünüyorum. Faşist köpekler nasıl uyuyorlar acaba?
Kin ve nefret saçanlara, katliamcılara neden bu kadar değer veriliyor acaba?
Bu halk, pek de özelliği olmayanları hangi akıl ve mantık ile baş tacı ediyor acaba?
Halk, dini özellikle siyasete ve ticarete alet edenlere, halka hakaret edenlere, ayrıştıranlara neden tepki göstermiyor acaba?
Fetullah Gülen ile yarım yüzyıldır iç içe, koyun koyuna yaşayanlar, başkalarını hangi yüzle Fetullahçılık ile itham edebiliyorlar acaba?
Ankara’da bir üniversitemizde öğrencilerin alınteri ile kurulan ormanı yok edip de, “şu kadar kestik” diye öğünen büyükşehir belediye başkanı doğayı katletmenin “katillik” olduğunu bilmiyor mu acaba?
O kadar çok düşünülecek konu, o kadar çok sorulacak soru ve yanıt var ki; ancak birkaçını dile getirmeye çalıştım.
Ülkemizde kendilerinden başkasının yaşamasına tahammül edemeyenler var oldukça toplumsal barıştan söz edilemez elbette...
Bütün bu sorunlar yaşanırken demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, eşitlik ve adaletten nasıl söz edeceğiz acaba?
Tam faşizm yaşanıyor, daha ne denebilir ki?
Sahi cenazeye saldırmak hangi ulusun geleneği, hangi dinin gereği?


14 Eylül 2017

12 Eylül 2017 Salı

On İki Eylül Sıcağı Sürerken

On İki Eylül Sıcağı Sürerken...

"12 Eylül Mantığı" belki de ülkemizin en kötü döneminin ürünü olarak zaman zaman karşımıza çıkıyor.
Bir yüzbaşının bir okulun resmi evrak masasını açma yöntemi, işkence ve kutsal değerlerin arkasına sığınmak...

Demek ki faşizm yaşıyor...
"Anıya Benzer" anı-deneme kitap taslağının birincisi tamamlandı. İkincisi,"On İki Eylül Sıcağı Sürerken" başlığı altında 12 Eylül anılarımla başlayacak.
Bölümler buradan alıntı yapıldı.


İlk Günden...


16 Mart 1981 günü hava çok güzeldi. Öğleden sonra ikinci dersin teneffüsü yakınken hanıma çay demlettim. On beşten fazla bardağı bir tepsiye koyarak köşedeki kuyunun betonu üzerine götürdüm, demlikleri de getirttim. Zil çaldığında öğretmenleri çağıracaktım ve birlikte çay içecektik. Okul binası ile lojmanların arasındaki boşluktan birkaç cemsenin geçtiğini görünce, “Yine doğuya doğru bir yere operasyona gidiyorlar” diye mırıldandım. Okulun doğusundaki geniş alana döndüklerinde ise operasyonun bizim için olduğunu anladım. 
Gelenler çocukları okul bahçesinde sıra yapmamızı söylediler. Merakla biriken köylüleri okulun bahçesine sokmadılar, caminin yanındaki yolda beklettiler. Yüzbaşı, bakkal Uğurlu Hasan’ı “kimliği yok” gerekçesi ile tokatlamaya başladı. 14 cemse ve dört-beş sivil araçtan inen sivil-asker görevliler her yana dağıldılar, okul çepeçevre silahlı adamlarla kuşatıldı. Caminin yanındaki yolda dizili olan köylüler olanları şaşkınlıkla izliyorlardı.
Müdür odasına gittiğimde elinde uzun namlulu silahıyla bir sivil polis pencerenin önünde ve masanın üzerinde duran kitapları göstererek, “Bunlar niye burada?” dedi. Mart ayı mali yılbaşı olduğundan demirbaş eşya sayımı yaptığımı söyledim. Bir süre orayı burayı karıştırdı. Gelen bir asker, “Okul müdürünü yüzbaşı çağırıyor” dedi. Ortaokulun müdür odasına vardığımda dolabı açmış, masanın çekmecesini de zor kullanarak açmaya çalışıyordu. Askerlerden “manivela” istedi. Kırarak açmak istediği belliydi.
“Anahtarı vardır, niye istemiyorsunuz?” dedim.
“Anahtarı ver” dedi.
Burasının ortaokulun müdür odası olduğunu söyledikten sonra Ahmet’e haber saldım anahtar için, Urfa’da unutmuş. Manivela ile çekmeceleri zorlayınca, “Ne yapıyorsunuz? Niye kırıyorsunuz? Yarın anahtarı getirir açarız” dedim. Çekmeceleri açmaya çalışırken yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:
“Nerelisin sen?”
“Malatyalıyım.”
Manivela ile çekmeceyi kırmaya çalışmak için uğraşırken;
“Neresinden?” dedi.
“Hekimhan” dedim.
“Memurun maaşını niye vermedin?”
“Benim memurum yok.”
“Bordrolarınızı kim yapıyor?”
Öğretmen arkadaşlardan birinin yaptığını söyledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı;
“Sen ortaokulun müdürü değil misin?”
“Ortaokul binamızda eğitim-öğretim yapıyor. Bu oda idare odası, üç dersliği de onlar kullanıyor.”
“Buraya Malatyalıları doldurmuşsun. Peki, iki öğretmenin tayinini niye çıkarttın?”
“Ben vali ya da Mili Eğitim Müdürü değilim. Tayin komisyonunda da değilim. Bu nedenle kimsenin tayininin çıkmasında yetkili olamam.”
“Siz iki müdür buradan gideceksiniz.”
“Neden olmasın? Biraz da başka yerde çalışırım. Benim için ülkenin her yeri bir...”
Çekmeceleri kırmış ve karıştırıyordu...



Üçüncü Günden...

Yer beton, hava soğuk, ortam daha da soğuk. Bazen işkenceyi düşündüğüm oluyor. “Ya bana da işkence yaparlarsa? Ya işkencede ölürsem? Yirmi sekiz yaşındayım ve ölümden korkuyorum. Eşim, oğlum, kızım şu an neredeler, ne yapıyorlar? Evde yalnız kalabiliyorlar mı? Korkmazlar mı?
Şair, “Ölüm, hoş geldi sefa geldi” diyordu. Başka bir şair de şöyle diyordu:

“Şu dünyada üç nesneden korkarım
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”


Daha başka bir şair bunu şöyle tamamlıyordu:

“Ölüm haktır, öleceğiz.
Ayrılık da şöyle böyle,
Ya yoksulluğa ne diyeceğiz?”


Ölürsem eşim ve çocuklarım gurbet ellerde ne yaparlardı?
Hayır, hayır! Artık ölümden korkmuyorum! Az yaşasam da, çok yaşasam da sonu ölüm. Olsun da 28 yaşında olsun! Ölümden korkmuyorum artık! İşkence mi? O daha ölümün bir parçası... Bir yandan ölümü düşünürken, bir yandan da manevi büyüklerimizin koruyuculuğuna inanıyordum. Çok geçmeden buradan çıkacağımı da düşünüyordum.
Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam arabesk yok! Kutsal Cuma akşamı olduğundan mı acaba? Arkadaşlar, “Haber gelmiş, yarın bırakacaklarmış” dediler. Askerler konuşurlarken duymuşlar. Hemen hepimiz türkülerle tanışıktık. “Aldırma Gönül”, “Dostum Dostum”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, “Altın hızma mülayim” derken sıralandı türküler. Sahnede duran Antalyalı asker elindeki sert plastik copla hareketler yaparak eşlik ediyordu:

Sen ağlama anam dertlerin çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz


Çıkarken...

Girişteki bölmenin önüne geldiğimde göz bağını çıkarmamı söyleyerek yandaki sandığı işaret ettiler, oraya attım. Kalın camlı gözlükleri olan içerideki asker, “Bir yerinde yaran var mı?” dedi.
Tatlı tatlı kaşınan ellerimi uzatarak “Yara yok da biraz şiş var” diyerek gülümsedim. Zoraki gülümseyen asker önündeki deftere on parmağımızın izini aldı. Demek ki işin kolayını bulmuşlar. Parmaklar şişince izleri daha belirgin oluyor. Çevreme bakındım, merdivenin başında yanında bir astsubay ile İshak Çavuş duruyordu. Bakındığımı görünce, “Kaç yaşındasın?” dedi. “Yirmi sekiz” deyince yanındaki astsubaya dönüp bir şeyler söyledi. Sahnenin bulunduğu yere gönderildim, tutanakla eşyalarımı teslim ettiler. Antalyalı askerin uzattığı kâğıdı imzalamadan önce okumak istediğimi söyledim.
“Şimdi okumanın sırası değil. Birisi eşyalarınızı teslim aldığınız, diğeri de serbest bırakıldığınız için” dedi. Kemerimi almak istediğimde bir kemer alıp uzattı.
“Bu benim kemerim değil” dedim.
“Bu kadar kemerin içinde senin kemeri nerede bulalım? Dur bakalım, sana iyi bir kemer bulayım” diyerek onlarca kemerin içinden motifli bir deri kemer seçip uzattı. Yine benim kemerim olmadığını söylediğimde;
“Olmasın, bu iyi bir kemer, bunu al” dedi.
Kemeri aldım, cebimden çıkan paranın hepsini askere verdim.
“Akşamki çayların parası” dedim.
Oldukça bozuk para vardı. Paraya bakınıyordu...
“Olsun, hepsi sende kalsın” dedim.

8 Ağustos 2017 Salı

Virani Baba ve Amberi Baba Üzerine Savlar

Virani Baba ve Amberi Baba Üzerine Savlar

S. Gazi Yıldırım-Süleyman Özerol
(5 Ağustos 2017, Başören Köyü)
4 Ağustos 2017 günü Kızım Gül ile Hekimhan’a gittik. O alışveriş yaptıktan sonra köye döndü, ben 7. Hekimhan Ceviz, Maden ve Kültür Festivali çerçevesinde ilk kez gerçekleştirilecek olan, 'Geleneksel Köy Türküleri Ses Yarışması’seçici kurul üyesi olduğum için kaldım. Saat 15.00’den itibaren yarışma elemeleri başladı ve sonuçlandıktan sonra kardeşim Mustafa’nın evinde kaldım.
5 Ağustos 2017 günü kahvaltıdan sonra çarşıya çıktım. Belediyenin önünde Ahmet Duran Ercan ve Ahmet Sezgin bağlamaları ile bekliyorlardı. Bir süre sonra Kenan Şahbudak ile Bahri Kılıç da geldiler. Başören Şenliğinde sahneye çıkacaklarmış, beni de oraya davet ettiler. Hekimhan Belediye başkanı ve yardımcıları geldi, iki arabaya doluşup Başören’e gittik.
Başören’de Ankara’dan gelen Celal Yıldırım, Feyzi Şahin, Ali Şahin, Cennet Kılıç, Malatya’dan gelen Recep Şahin, Hüseyin Çelik, Kemal Çelik ve Nesrin Yıldırım ile görüştüm. Sunuculuğu öğretmen Kemal Çelik’in oğlu yapıyordu.
Yemek sırasında anılarını kitap bütünlüğünde düzenlediğim Ali Şahin’den Başören ile ilgili derleme araştırma çalışmaları yapan olup olmadığını sordum. Celal Yıldırım ile S. Gazi Yıldırım’ın adını verdi. Celal Yıldırım’ı Ankara’dan tanıyorum, bazı çalışmaları var. S. Gazi Yıldırım ile görüşmek istedim, geldi ve bir süre söyleştik. Söyleşimizin temelindeki iki konudan söz etmek istiyorum. Virani Baba ve Amberi Baba…

Virani Baba


Köyün adının değişimi ile ilgili olarak Başveren, Başviran, Başören sözcüklerinin temelinde yatan “ören” ya da “viran” sözcüklerinden hareketle ,”Ören nerede?” diye sordum. Köyün hemen altında bir yerde imiş…
S. Gazi Yıldırım, “viran” sözcüğüne bağlı olarak Alevilerin yedi ünlü ozandan biri kabul edilen Virani’nin buralı olduğunu ve adının buradan geldiğini, Virani’nin Aleviliği benimsemiş Ermeni âşıklardan olduğunu (kendisi ya da babası) da söyledi.
“Kula minnet eylemem” deyişinin Virani’ye ait olduğunu söyleyince, Nesimi’ye ait olarak bilindiğini söyledim. Virani’ye ait olarak da söyleniyormuş…
Abuzer Karakoç, “Alvar Türküleri” kasetinde Virani’nin deyişlerinden okumuştur. Alvar, Kuluncak ilçesine bağlı bir köydür ve Başören de bu çevrededir.
Aklıma dün gece hal hatır için arayan ve Virani ile ilgili kitap yazmış olan Şah Hüseyin Şahin geldi ve aradım. S. Battal Yıldırım’ın anlatımlarından söz ettim. Malatya ile bir bağına rastlamadığını; Virani’nin mezarının Makedonya’da olmasına karşın yakın zamanda İran’a gittiğinde orada da Virani Baba Türbesine rastladığını söyledi.

Amberi Baba

Sersem Ali Baba, Kanuni Sultan Süleyman döneminde vezirmiş ve asıl adı da Server Ali Paşa’ymış. Her nasılsa birden Bektaşiliğe intisap etmiş (Çelebiler, bu geçişin bizzat Anadolu’daki Alevi-Bektaşileri bölmek için Osmanlı tarafından kurgulandığını iddia ediyor.
Diğer bir iddia da bir sefer dönüşü Server Ali Paşa’nın tekkeden çok etkilendiği ve rütbelerini söküp Sersem Ali Baba olduğu, hatta ona bu yüzden “sersem” dendiği yolunda) ve kalkıp Balkanlar’a yerleşmiş. 16’ncı yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba tekkeyi genişleterek bir dergâh haline sokmuş. Yıllar boyu buradan Balkanlara hem Bektaşiliğin Babagan kolu yayılmış, hem dervişler yetiştirilmiş, hem de dergâhın geniş arazisinde tarım ve hayvancılık yapılmış.
S. Gazi Yıldırım’ın ikinci savı yörede Amberi Baba adıyla bilinen kişi ile ilgili ve bu zatın yukarıda sözü edilen kişi ile aynı olduğu yolunda…
Yoksa Harabati babadan sonra Sersem Ali (Harabati Sultan) Dergâhı Postnişini olan Malatyalı Mehmet Baba (vefat H. 1199) mı?

Sözlü kültürümüzün yazıya geçirilmesinde önemli adımlar atıldığında pek çok gerçeklerin yerine oturacağı da bir gerçek olup, sav da olsa konular araştırılmalı ve gerçekler ortaya çıkarılmalı. Çünkü tez, antitez ve sentez ile sürekli gelişme sağlanır ve bilinç giderek daha üst düzeylerde oluşur.

2 Temmuz 2017 Pazar

2 Temmuz 1993, Sivas

2 TEMMUZ 1993, SİVAS

“Ötsün diye yuvasında kuş
Açsın diye kendi dallarında çiçek
Gördüler ki yepyeni kibritler gerek
Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
Yanarken türkü söyleyen canlar gerek
Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek"


Ve ve 37 kişi...


Huriye ÖZKAN
Yeşim ÖZKAN
Muhlis AKARSU
Edibe AKARSU
Asım BEZİRCİ
Özlem ŞAHİN
Yasemin SİVRİ
Ahmet ÖZTÜRK
Carinna CUANNA
Serkan DOĞAN
Hasret GÜLTEKİN
Gülsüm KARABABA
Behçet AYSAN
Mehmet ATAY
Serpil CANİK
Asaf KOÇAK
Asuman SİVRİ
Sait METİN
İnci TÜRK
Ahmet AKAN
Murat GÜNDÜZ
Nesimi ÇİMEN
Gülender AKCAN
Menekşe KAYA
Muammer ÇİÇEK
Handan METİN
Kenan YILMAZ
Nurcan ŞAHİN
Uğur KAYNAR
Sehergül ATEŞ
Metin ALTIOK
2 otel personeli

2 Temmuz 1993, Sivas...
2 Temmuz 1993, Sivas...

Sivas’ın miladı mı bu tarih?
Hayır!
Bu tarih, 37 insanın ateşe verilerek yakıldığı tarih,
Bu tarih, Sivas’ta Madımak Otelindeki katliamın tarihi,
Bu tarih, çağdaş Nemrutların eylem tarihi...
Ortaçağda yaşamıyoruz.
2000’e yedi kala Hızır Paşanın kenti Sivas’tayız.
Ve ateşe verildik Hasandağı’nın odunları gibi.
Yanıyoruz!
Yanıyoruz!
Yanıyoruz!
Duyan yok...
Kulaklarını tıkamış birileri...
Yanmayanımız,
“Keşke yansaydı” hayıflanmasıyla “kurtarılıyor!”

Süleyman ÖZEROL
Malatya, 3 Temmuz 1993 

Girişteki şiir alıntısı: Adnan Yücel

19 Haziran 2017 Pazartesi

Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz.

Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz.

Süleyman ÖZEROL

Osmanlı İmparatorluğu halkın dili olan Türkçeyi kenara bıraktığı zaman sarayında Arapça, Farsça, Türkçe karışımı olarak oluşturulan yapay bir dil kullanılıyordu. “Osmanlıca” adı altında oluşturulan bu dil sarayın, medrese ve molaların kullandığı halktan kopuk bir dildi. Dahası bir hanedanın adı verilmişti. Dolayısıyla bir ulusun olmadığı gibi halkın da dili değildi. Bir dilin dil olabilmesi için ulusa özü olması gerekir.
İmparatorluk 1923 yılında sona erip Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda toplumsal yaşamdaki değişimler ile birlikte Türk dilinin gelişmesi ve zenginleşmesine önem verilmiştir. Buna karşın birileri Tanrının avukatlığına soyundukları gibi Osmanlı hanedanının da avukatlığına soyunarak ellili yıllarda yeniden diriltme çabasına girmişlerdir. Bu dili “Osmanlıca Türkçesi”, “Eski Türkçe”, “Kadim Türkçe” gibi adlarla adlandıran siyasetçiler de bu kervana katılmışlardır. Zaman zaman etkili olmuşlarsa da Türkçenin gelişmesini engelleyememişlerdir.
Gelişen teknolojinin karşısında aciz kalarak gerici yapılanmalarla yaşamlarını sürdürenler cehaletin de üzerine oturarak süreçte yeniden bu dili hortlatmaya ve de dayatmaya çalışıyorlar. Anayasa’nın hiçbir guruba, sınıfa imtiyaz tanınamaz hükmüne karşın din maskesi altında Arap, Osmanlıca maskesi altında bayat bir dil ve hanedana ayrıcalık tanımaya çalışıyorlar.
Yıllardır demokrasi ve cumhuriyeti halka öcü göstermeye çalışarak şeriat düşüncesinin sayesinde meclise girenler ve iktidar olanlar, bakanlıklarının hesaplarını veremezken gündemi sürekli yapay konularla meşgul etmekteler. Emevi döneminin yöntemlerini anımsatan bu yöntemler yetmemiş gibi, “İsteseniz de öğreneceksiniz, istemeseniz de öğreneceksiniz” diyerek faşist bir tavır sergilemekten de geri durmuyorlar.
Eğer demokratik bir ülkede yaşıyorsak illa da benim düşündüğüm gibi düşüneceksiniz, illa da benim yaşadığım gibi yaşayacaksınız derseniz çelişkiler bitmez, sürer ve çözümsüzlük kazanır. Demokrasi de ortadan kalkar ve sanıyorum amaçlanan da bu…
Hayır efendim!
Sizin gibi düşünmek ve yaşamak zorunda değiliz. Bunu unutmayınız ve demokrasiye inanıyorsanız gereği gibi hareket ediniz. Karşınızdakini kul köle gibi görmekten vazgeçiniz; aklın ve mantığın ışığında hareket eden, demokrasiyi özümseyen ve inanan insanlar olduğunu unutmayınız!

Radikal Blog, 12 Aralık 2014, Ankara
(Malatya Hakimiyet gazetesinde yayınlanmıştır)