23 Kasım 2020 Pazartesi

Okul Arkadaşım Mehmet Ali Gündüz Aramızdan ayrıldı

Okul Arkadaşım Mehmet Ali Gündüz Aramızdan Ayrıldı

Akçadağ İlköğretmen Okulundaki fotoğraflarımı düzenleyerek Akçadağ İlköğretmen Okulu (1966-972)/Siyah Beyazlar-1 fotoğraf kitabını oluşturdum. 19 Kasım 2020 günü, ISBN numarasına başvuru yaptım ve bununla ilgili bir duyuru yaparak Aralık 2020 başlarında az sayıda basımı gerçekleştirilecek olan kitaptan katkı sunan arkadaşlarıma göndermek istediğimi belirttim. Bazı arkadaşlar adreslerini yazdılar, kitap isteklerini belirttiler, teşekkür ettiler. 

Okul arkadaşlarımdan en fazla iletişim içinde bulunduğum Mehmet Ali Gündüz, 21 Kasım 2020 günü saat 12.28 aradığında sesi çok kötü geliyordu. Hasta olduğunu ve iyi durumda olmadığını belirtti. Kendisini yormamasını, sağlığına dikkat etmesini söyledim. 22 asım 2020 günü görüntülü aradı, kısaca hal hatır ettik ve daha iyi olduğunu belirtti (11.45). Adresinin bende olduğunu, kitap çıkınca göndereceğimi belirttim.
Ve bugün 23 Kasım 2020 Pazartesi…

12.29, Orhan İsmi ağabeyimiz, Mehmet Ali’nin fotoğrafını internetten gönderdi. Aklımdan geçmesine karşın konduramadım aramızdan ayrılmış olacağını. Çok geçmeden şunları yazdı.
“Canım, ciğerim, hümanist yüreğine tüm aydınlık renklerin ışıklarını nakışlamış güzel insan M. Ali Gündüz'ü sonsuzluğa verdik. Acıların tarifi de tükendi. Başımız sağ olsun.”
Mehmet Ali Gündüz, 1966-1972 yılları arasında Akçadağ İlköğretmen Okulunda birlikte okuduğumuz, Adıyaman Gölbaşı’ndan olup, güzel anılarımız olan arkadaşlarımdan biriydi.
Hak rahmet eylesin…
Kültür, sanat ve edebiyata meraklı idi. Kitaplarımın tümünü edinmişti. “Yeniden bastırdığın kitap olursa almak isterim, sormadan gönderebilirsin” derdi.
Şiir denemeleri vardı ve 3 Ekim 2016 tarihinde yaşamöyküsünü özet olarak kendisinden derlemiş, birkaç şirini de örnek olarak vermiştim.
Aramızdan ayrılan sevgili arkadaşımın anısına Sanatçılarım sitemde yayınlanan yazımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Mehmet Ali Gündüz 

12 Aralık 1953 tarihinde Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesinin Balkar köyünde doğdu. Annesi Ayşe Fatma, babası Mehmet Turan'dır.
İlkokulu köyünde okudu. Akçadağ İlköğretmen Okulunda altı yıl yatılı okudu. 1972 yılında göreve başladı. 1978-1979 öğretim yılında Bursa Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Matematik dal öğretmeni olmasına karşın sınıf öğretmeni olarak görevini sürdürdü. Ağrı Doğubayazıt, Adıyaman Gölbaşı, İzmir Kiraz ve Torbalı’da görev yaptı. 1998 yılında emekli oldu, Torbalı’ oturuyor.
1979 yılında Zeynep Başeğmez Hanım ile evlendi, iki çocukları var.

‘Şiir Benim Umutlarım ve Keşkelerim’ Demişti

Akçadağ İlköğretmen Okulunda altı yıl birlikte yatılı olarak okuduğumuz arkadaşım Mehmet Ali Gündüz, zaman zaman şiirlerini paylaşır. Ben de önce kısa yaşamöyküsünü düzenledim, sonra -her ne kadar “ben şair değilim” dese de- şiir hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve sizlerle paylaşmak istedim. Bakınız neler söylüyor…
“Ben şair değilim. Olsa olsa benimki bir öykünmedir. Benim için şiir; yaşanmışlıkların, umutların, özlemlerin, keşkelerin, bilginin, yaşamsal biriktirimlerin bir altın bileşkesidir. Ben de bu düşüncelerle kendimce bir şeyler yazdım. Şairim demek gibi bir hadsizlik yapamam. Bir görselden, sözden, olaydan etkilendiğim zaman duygular bazen şelale oluyor. O zaman kendimce bir şeyler dökülüyor dilimden.
Aklımda yanlış kalmadıysa, hayatımın en güzel altı yılını, ilk gençlik yıllarımı severek armağan ettiğim Akçadağ İlköğretmen Okulunda Edebiyat Öğretmenimiz Adnan Bey (Evrensel), “Edebiyat gençliğin süsü, yaşlılığın keşkeleri'' demişti. Bu sözü biraz değiştirirsek, şiir de benim 'umutlarım ve keşkelerim...'
Kimselerden ders almadım. Ustam yok. Kitabım, yayınlanmış şiirim de yok. Yazdıklarım da zaten toplumsal yayın sayfalarında…”

Siyah Beyazdı Resimler

Siyah beyazdı resimler
Ama hayat rengârenk
Cıvıl cıvıl kuşlar gibi
Gökyüzü bizimdi
Tüm denizlerinde kulaç atacaktık ülkemin
Resimler siyah beyazdı
Bizde kocaman bir ailenin çocukları
Hepimiz kardeştik
Akçadağlı günlerde

Resimler siyah beyazdı
Kimi babamız, ağabeyimiz, ablamız
Sevgilimiz kimi
Elleri öpülesi öğretmenlerimiz vardı
Ama resimler siyah beyazdı
Biz bilginin ışığında çok mutluyduk


Bina Ettim Aşkı

       Yunus'a Nazire

Çiçeklerle hoş geçinirim
Bulursam balı incitmem
Meyveye hasretim neden dalı inciteyim
Verince azacağımı
Alınca kızacağımı
Vermeden nereden bileceksin gönül
Saçımı ağarttım ocaklar yansın diye
Küle muhtaç oldum komşumun diye
Hikmetine bir şey dediğimiz yok
Gayretimize cevap ver yeter
Yaratanın hürmetine boyun eğip çirkine
Aşktan ve sevdadan geri kalmadım hiç
Elimden geldiğince
Bina ettim aşkı hep
Gülü incitmeden


Sen Öldün Tanrım

Alev alev yanarken dünya
Keyifle seyrediyorsan
Çocuklar ölürken
Ya da
Ölmüş anasının memesinden
Süt emerken bir çocuk
Sen öldün tanrım
Huriler senin olsun
Cennete de ihtiyacım yok
İnat bu ya
Sırat köprüsünden de geçmeyeceğim
O ki
Ölüyorsa çocuklar açlıktan
Sen öldün tanrım
Sen öldün

21 Ekim 2020 Çarşamba

Dokuzuncu Köyden Onuncu Köye

Dokuzuncu Köyden Onuncu Köye 

Fotoğraf: Birgün Gazetesi

1983 yılına kadar ülkemizde yayınlanmış olan pek çok romanı okudum diyebilirim. Buna çeviri romanlardan bazılarını da ekleyebilirim.
Neden 1983 diyeceksiniz...
1983 yılının sonbaharında, mesleğimin on ikinci yılı olup, otuz yaşında iken yeni göreve başlayan bir öğretmen gibi köy incelemesi yapmaya karar verdim. Kendimce büyük bir işe giriştim.
İlkokuldan itibaren var olan okuma alışkanlığının yerini yazma alışkanlığım ağrımaya başladı. Ancak yine de edebiyat dünyamdan kopmadım araştırma ve inceleme kitapları ile dergiler yoluyla haberdar oldum.
Altmışların ortalarında Akçadağ Öğretmen Okulu'nun yemekhaneden bozma sinema salonunda Yılanların Öcü filmini izledik. Filmin bir aynı adlı romanından uyarlama olduğunu öğrendik. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in filmi yasamak yasaklamak isteyenlere karşı, “Bu filmi yapanlar Türkiye’ye hizmet etmiştir’ açıklamasını da afişe eklemişlerdi.
Fakir Baykurt’un, Yılanların Öncü’nden önce Irazca’nın Dirliği romanı varmış, onu da edindim ve okudum. Daha sonra üçlünün son kitabı Karaahmet Destanı yayınlandı, elbette ki onu da okudum.
Fakir Baykurt’un bu romanlarından sonra Tırpan, Kaplumbağalar, Amerikan Sargısı ve daha pek çok yapıtı unutulmaz Türk edebiyatı yapıtlardır.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”

Hani doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar diye bir halk deyimi vardır. Fakir Baykurt bir romanında da dokuz köyden kovulduktan sonra gidilecek yer olan yerin adı olarak koymuştu; Onuncu Köy...
1961 yılında basılan kitapta özyaşamöyküsü (otobiyografi) özelliği taşıyan romanının kahramanı, köyden köye sürülen köy enstitüsü kökenli bir öğretmendir. Kitabın omurgasını, Burdur’un bir köyünde başlayan ve dokuz köye kadar sürekli sürgüne uğrayan öğretmenin aydınlanma uğraşı oluşturur. Onun onuncu köye kadar gitmesinin nedeni haksızlığın, yolsuzluğun, yoksulluğun ve daha nice olumsuzluğun olmasıdır.
Peki, kimlerdir onu dokuz köyden kovanlar ya da kovduranlar?
Kızların okumasını ve karma eğitimi istemeyenler…
Köylünün (halkın) değil, büyük toprak sahiplerinin yanında yer alanlar…
Köylünün eğitilmesini, aydınlatılmasını istemeyenler…
Köy enstitülerine ve köy enstitü öğretmenlere karşı olanlar…
Çağdaşlaşmaya değil gericiliğe çanak tutanlar…
Ve daha başkaları…

Onuncu Köy ve Bekir Coşkun

Ülkenin cumhurbaşkanının on sekiz yılda eğitimde olumlu yol alınamadığı itirafı, hala dokuzuncu, onuncu köyde yaşadığımızın göstergesidir.
Onuncu köyde yaşamak, onurlu bir uğraşın sonucu olmadan olur mu dersiniz?
Urfalı yazar Bekir Coşkun da yazdığı gazetelerde köşesine ad olarak ‘Onuncu Köy’ü seçmiş ve uğraşını sürdürmüştü. 18 Ekim 2020 günü aramızdan ayrıldı.
Hak rahmet eylesin…
Saygıyla anıyorum…

10 Nisan 2020 Cuma

Beş Nisandan Corona’ya

BEŞ NİSANDAN CORONA’YA

Süleyman ÖZEROL

5 Nisan 2020, bugün ülkemizin ekonomik durumunu ilgilendiren 5 Nisan kararlarının 30. yıldönümü…
Ülkemiz 1950 seçimlerinden bu yana kendilerine muhafazakâr  (tutucu) diyen sağ politikacıların arenası oldu. Her iktidar dönemlerinde değişik yöntemlere başvurularak 70 yıldır ülkeyi yönetiyorlar.
Geriye dönerek 1994 yılına gidelim ve bugüne kadar gelelim.
Özal ile birlikte özelleştirme politikası başladı, Tansu Çiller ile devam etti. O da Turgut Özal gibi ABD güdümü doğrultusunda hareket ederek ekonomiyi düzeltmeye çalıştı. Dolayısıyla döviz ile ilgili kararlarda tarihe geçen kararlar alındı.
5 Nisan 1994 tarihinde alınan kararlar sonucunda kemer sıkma politikası uygulanarak ekonomi düzeltilmeye çalışıldı. Düzelmenin tersine küçük esnaf, işçiler memurlar, emekliler yine zor günler yaşadı. Türk lirasının değeri düştü, alım gücü zayıfladı. Dolar bir gecede katlandı, 8 bin liradan 42 bin liraya kadar yükseldi. Tam da ABD'nin istediği gibi oldu; dolar şampiyon!
Bütün bunlara karşın yine Özal zamanında başlatılan ürettiğimiz ürünlerin dış alımının arttırılması kendi ürünlerine rekabet ederek yok etmeyi sağladı, kazananlar yine aracılar oldu. İç üretim zayıfladı, toplumda sıkıntılar arttı.
Sonra altı milyon oy ile Necmettin Erbakan geldi. Memura, işçiye, emekliye bol keseden maaş artışı yapıldı. Nasıl olsa Demokrat Parti döneminde alınan borçların faizini ödüyorduk. Sonra, borç yiğidin kamçısıydı. Kendilerine yapılan artışlardan da hiç söz etmeyelim…
Bütün bunlar sürerken yıllardır ülkemizde var olan gerici yapılanma neredeyse tüm hücrelere girmişti. 28 Şubat’taki bildiriyle de çok şey değişmedi. Üçlü koalisyon bir şeyler yapmaya çalıştıysa da emperyalizmin uzantısı yapılanmalar, oyunlar, iç karıştırıcılar çalışmalarını sürdürdü ve sorunlar durmadı.
2002 yılında gerici yapılanmanın parasal gücü ile birleşmesi sonucu dini siyasete ve ticareti alet edenler ülkeyi yönetmeye başladı. Borçları ödedik, Avrupa'yı solladık gibi söylemlerle olumsuz durumları bastırdılar. Pek çok olumsuz durumun üstü örtüldü. Araştırma soruşturma önergeleri reddedildi. Sayıştay denetimlerinde olumsuzluklar olduğu açıklanmasına karşın neler yapıldığını bilemiyoruz.
20 yıla yaklaşan süreçte halkın ekonomik durumunun iyileştirilmesinden çok sermayenin kayırması, bütçeden 2 bin Türk lirası aylık alan varken 100.000 Türk lirası aylık alan da olması, yani düzey dedikleri kişilerin maaşlarının alabildiğine yükseltilmesi, gelir dağılımındaki dengesizliği arttırdıkça artırdı.
Altı sıfırı attık ama dolar yine 7 liraya dayandı. Dolar o zaman 8 bin Türk Lirası idi, şimdi de 8 milyon lira karşılığında (altı sıfır gizli ya…). Ama yine de ülkemiz çok zengin bir yapıya sahip  olduğumuzdan dayanıyoruz. Her sıkışık durumlarla ilgili konularda Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın 1989 yılında, “Geleneksel aile dayanışması olmasa aile kurumu çöker” sözü aklıma geliyor.
Bu böyle sürdükçe piyasa başını alıp gittikçe bizi daha zor günler bekliyor korona. Bir de sen çıktın başımıza…
Beş bakanlığa ayrılan bütçesi olan devlet dairesinin ya da afetlerde başta görev yapması gereken kurumun işe yaramadığı anlaşılırken, sağlığının ve temizliğin önemi, kısacası bilim başköşeye oturdu…
Amacımız daha mutlu ve güzel yaşanır bir yerleşim birimi, Türkiye ve dünyanın olması…Dileriz salgın atlatılır, daha sonra daha güzel bir yaşamımız olur... 

19 Mart 2020 Perşembe

Bir Gün Uyandığında

Bir Gün Uyandığında...

1985 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmenler arası kitap yazma seferberliği başlatmış ve bu seride kitaplar yayınlamaya başlamıştı. 1985-1986 öğretim yılında Boran köyü ilkokulunu açmıştım ve orada görev yapıyordum, bir hazırlık yapmaya karar verdim. 1971 yılında Akçadağ İlköğretmen okulunda kendim yaptığım; 1966-1985 yılları arasında yazdığım anı, şiir, öykü ve diğer çalışmalarımı topladığım defterimden çocuklar ve gençlere yönelik olan şiirlerimden 34’ünü bir dosyada topladım. Daktilo ile yazarak kitapçık haline getirdim. Giriş yazısı, içindekiler ve diğer sayfa düzenleri ile üç formaya (48 sayfaya) tamamladım. 1972 yılında yazdığım, 1981 yılında Siverek’te yeniden düzenlediğim, “Bir Gün Uyandığında” şiirimin adını da kitaba ad olarak koydum.
“Ekmeğin Öyküsü”nden “Kandıran Dünya”ya dek (1966-1981) seçtiğim şiirler ile ilgili kısa değerlendirmeler yapmak istiyorum. 
Cumhuriyet için, “En Büyük Düğün” demişim. Köylü kökenli olmamdan kaynaklanıyor olmalı ki “Köylü” diye bir şiiri yazmıştım.

Bu yurdun efendisi
Köylüdür ta kendisi


Ve Atatürk…

Sesini duyarak dirilmiş tutsak uluslar
Başkaldırıp haykırmışlar
Ya hürriyet ya ölüm diyerek


Hatırlanacak sözlerin
Yaşayacak devrimlerin
Senin en büyük eserin
İnsancılık idi Atam


On beş yaşında birlik olmanın önemine değinmişim;

Dirlikten birlik doğar,
Birlikten kuvvet doğar
Kuvvet güç işleri yapar,
Hep beraber çalışalım


Okulu bitirene dek koyu bir Yeşilaycıydım.

İçenin ciğeri bacaya döner
Bütün dünya malı gözünden düşer
Az bir zaman sonra dünyadan göçer
O zaman Fatiha okur sigara


Babamdan oldukça etkilendim yazma konusunda. Onun askerlikte tuttuğu günlükler, şiirler, öyküler, anılar benim de onun gibi hareket etmeme etken oldu. 1971 yılında okulda resim-iş dersinde bir defter yaparak yazdığım şiirleri, öyküleri, anıları, makaleleri, alıntıları yazdım, resimler de yaptım.
Garip şiir akımından Orhan Veli Kanık’ın kısa şiirlerini seviyordum. Malatya istasyonunda iki şiir yazmıştım. Biri, “Şu Dünya” idi…

Kapatıyorum gözlerimi
Tüm DÜNYA
Göz kapaklarımın arkasında
Vay be...
Ne kadar küçükmüş
Şu DÜNYA...


“Hep Bizim” diye bir destan yazmıştım. Bir şiir yarışmasında dereceye girmişti ama 12 Mart gelmişti, derecem güme gitmişti.

Kurdular kasaba, kentler, ülkeler,
Arttı kuvvet dayanamaz engeller,
Özerol bunları böylece söyle,
Akıl bizim, fikir bizim, söz bizim.


Yazıya kafayı çok yoruyordum.

İcat etmiş Sümerler yazıyı
Taşları kazıyı kazıyı

İnsan ve ağaç özdeşliğine dikkat çekmişim…

Tomurcukları kabarmış
Belli ki çiçekler açacak dallarında
Aynı bir gebeye benziyor ağaç

1971, darbe, ülkemiz Türkiye…

Atatürk’ün kurduğu ülkeyim ben
O’ndan sonra birbirine giren
Ben tümlenmeye çalışıyorum
Bazıları parçalamak isterler


Yine birlik üzerine…

Olmasa bu senlik benlik kavgamız
En büyük gücümüz birliğimizdir


Anadolu, uygarlıklar yurdu, cömert, cennet… Ceyhun Atuf Kansu etkisi de var elbette…

Ey uygarlıklar bahçesi Anadolu
Sende hangi ulustan iz yok ki


19 yaşında öğretmenim ve Urfa Yetiştirme Yurdunda görevliyim. Daktilo da var, yazıyorum durmadan ve kaydediyorum.

Bir küçük çocuk vardı
Köşe başında ağlıyordu
Sıcacık gözyaşını
Karanlığa akıtıyordu


Bazı şeyler yıkılıyor, yok oluyor, yok ediliyordu ve ters sayış yaptım kötülüğe karşı…

Ey kötülük roketi…
Seni fırlatıyorum.
Geriye tersine, iyi olmaya
Kendi cinslerine ateş!


Ve Atatürk hakkında bazı olumsuz değerlendirmeler yapılıyorken…

Aramızda yok diyorsunuz,
O nasıl söz?
O bakış,
O ilkeler,
O irade,
Ya o göz?


Duygusallık başka bir şey… Doğa, hayvanlar…

Bir kuş yuvasını şaşırır
Başka bir yere yönelirse
Onu kendi yuvama buyur ederim
Tabii yavru kuş kabul ederse...


Bir yanımız kırsala bağlı demiştik ya…

Ben ıssız dağların garip çobanı
Azığım süttür çökelektir otlardır
Tanığım sürüm meskenim ise dağlardır

Milliyetçi Cephe dönemi, kargaşa, anarşi…

Uzatma
Uzatma
İstemiyorum ellerini

Özgürlüğe
Barışa
Kurşun sıkan elleri
Sıkamam
Sıkamam


Ve selam salıyorum ülkeme, özgürlüğe…

Selam size ülkemin
Anlatamadığım dertleri
Anlatanların yattıkları
Zindan köşeleri


1975-1981 Kısas, öğretmenlik ve okul müdürlüğü, yoğun bir yaşam, derken sürgün; Siverek… Siverek yeniden yazmamda etkili oldu.
Yöneticilikten alınmıştım, sorumluluğum azalmıştı, yeni bir yerdeydim ve edebiyatla, müzikle yeniden uğraşmaya başlıyorum.

Dün benden sorulur
Yarınlar benden sorulacak
Çünkü ilk basamak benim


Doğa bir başka…

Kuşları bekliyorum
İnsanlardan önce
Kanatlanacağım
Kuşlar gelince


Son dörtlükte;

İnsanları bekliyorum
Artık kuşlardan önce
Çünkü ben çiçek oldum
İnsanlar koklayacak önce

Yeni bir çevre ile birlikte yeniden şiir yazmaya başladım.

Konuğu olduk göçerlerin
Kıl çadırda, keçede oturduk
Tadı halen damaklarımızda
Tereyağının, lor peynirinin


Çan seslerini dinledik
Kaval sesleriyle gece boyu
Ciğerlerimizi doyurduk kırlarda
Otlar çiçekler diz boyu

Armağanlar verdik
Armağanlar aldık son gün
Sundular temiz yüreklerini
Armağanların en güzelini

1972’de yazdığım birçok şiiri yeniden düzenledim. Bu şiirlerden, “Bir Gün Uyandığında” Antoloji Şiir Dergisinin Kasım 1981 sayısında yayınlandı:

Bir gün uyandığında
Bakarsın kuzeyden doğmuş güneş
Ağaçlarda görürsün balıkları
Karpuzlar da top oynarlar

Arılar petek yapar sulara
Tatlanır sular, doyum olmaz
Zırhlanarak suya dalan kelebek
Arıların iğneleri içinde kalır

Durur evren, durur dünya
Gökyüzü yassılaşır, söner ay
Bakarsın yıldızlara doğru
Yüklü bir karınca yol alır

Köpekler akraba olur tavşanlarla
Bakarsın yol olmuş devenin kamburu
Tüm insanlar, halka olmuşlar bir yerde
Savaş ve kin uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır...


(3 Eylül 1981)

1972 yılında çocukluk arkadaşım Abidin Kutlu’ya doğaçlama olarak yazdığım şiiri anımsadım ve değişik bir biçim verdim “Kandıran Dünya”ya.

Bir adam vardı hep tedirgin
Karanlığı geceyi
Ve yalnızlığı severdi
Yoldaşıydı serseriler
Sokaklar yeriydi

Meyhanelerde sarhoş
Kahvehanelerde kumarbazdı
Yaşam yeriydi böylesi yerler
Belki de mutluluğu
Buralarda aramıştı

Şimdi bir dilencidir o
Şehrin sokaklarında
Perişan, ayyaş, acılı
Zavallı adam
Kahpe dünyaya kanmıştı


İlk göz ağrım kitap çalışmam olan “Bir Gün Uyandığında” adlı dosyamı otuz yıla yakın bir zaman sonra 1999 yılında yayınlanan “Televizyonu Nasıl Buldum?” adlı kitabımın ikinci baskısı ile birlikte bastırmak istiyorum.

23 Haziran 2013

23 Şubat 2020 Pazar

İbrahim Özcan İle Arapgirliler Derneğinde

İbrahim Özcan İle Arapgirliler Derneğinde

23 Şubat 2020 Pazar…
İbrahim Özcan, Malatya Yazıhan Karaca köyünden asker kökenli bir sanatçı…
Şair; çünkü yıllar önce basılmış şiir kitabı var elimde.
Televizyonlarda gösterilen pek çok sinema ve dizi filmde izlersiniz ama belki de tanımazsınız.
Netekim Karakolu, Kanlı Girdap…
Kurtlar Vadisi, Arka Sokaklar, Paramparça, Muhteşem Yüzyıl...
Ankara'ya gelmiş, bugün Kızılay'da olacakmış, görüşmek için dünden sözleştik. Geçen hafta Ankara Malatyalılar Derneğinde Malatyalı Fahri’yi anma Toplantısında Songül Başıbüyük,  haftaya Arapgirliler Derneği'nin etkinliğine beklediğini söylemişti. Bugün oraya İbrahim ile orada ya da Hekimhanlılar Derneğinde görüşmeyi kararlaştırdık. Öğlen sırasında Sıhhiye’de otobüsten inip Toros Sokağı döndüm, 29 numaraya yaklaşırken iki gencin nöbetçi eczaneyi bulmasına yardımcı oldum. Büyük olanı iki üç kez nereli olduğumu sordu.
Tahmin etmesini söyledim, Karadenizliye benzediğimi söyledi. İçimden güldüm, sahi Karadenizliye mi benziyorum?
“Malatyalıyım, sen nerelisin, Muşlu mu?” dedim. Kırıkkaleli olduğunu söyleyince yine içimden güldüm.
“Oraya nereden gelmişsiniz?” diye sordum.
“300-400 yıl önce Erzurum'dan” dedi. Oysa şivesi tamamen doğuluydu ve belki üç dört yıl önce gelmiş olabilirlerdi…
Teşekkür etti,  tarif ettiğim yere gitmek üzere ayrıldılar. İbrahim Özcan aradı, binayı tarif ettim. Buraları biliyormuş, “bulurum” dedi. 
Beşinci kata çıktığımda kapıyı açınca içeriden gelen sıcak rüzgâr ile karşılaştım. Songül Başıbüyük ve Hüseyin Özdemir ile görüştüm. Hekimhan dergisinin 9. sayısından bir adet, Babamın Yazdıkları ve Ceyhan'ın Kıyısında Aşk kitaplarından dörder adet derneğe armağan ettim.
Özcan Karakuş ve Ali Kemal Şahin ile birkaç Arapgirlinin bulunduğu masaya oturduk, çok geçmeden İbrahim Özcan, biraz sonra da Sibel Yazgan geldi.
Yemek dağıtıldı. Baş bulgur ile sebzeli çorba ve üzüm yaprağı salamurası; batırak işte... Çok geçmeden de Arapgir gecelerinde sahneye çıkan davulcu ile klarnetçi çalmaya başladılar. Yavaş yavaş oynayanlar da ortaya çıktı. Klarnetçi aynı zamanda hareketli oyun türküleri söylüyordu.
Klarnet deyince hemen İsmail Nazım Beydemir ile Cevat Çakaralmaz’ı anımsarım Ağın’ın Hozakpur köyünü bilmem bilir misiniz?
Babamın Yazdıkları ve Ceyhan'a Kıyısında Aşk kitaplarını İbrahim’e armağan ettim. Bir arkadaşını görecekmiş, birlikte kalktık. Biz çıkarken Malatyalılar Derneğinden bazı arkadaşlar geldiler.
Strasburg, Sezenler, Necatibey, İzmir,  Kumrular caddeleri derken Hekimhanlılar Derneğine geldik. İbrahim bir süre sonra ayrıldı, ben de iki saat sonra eve gitmek üzere çıktım. Güven Park’ta Celal Yıldırım’ın aradığını gördüm telefonda. Aradım, o da Arapgirliler Derneğindeymiş, seslenmiş duymamışım.
Otobüse binecekken Kubilay Toraman aradı, “Celal Işık, Âşık Celali mi?” diye sordu. Yetmişli yıllara gittik, Mahzuni'nin Malatya konseri ve Celal'in türküsünü anımsadık.
Eve geldim, alışverişe gidip geldim, notlarımı yazdım, arkadaşlara fotoğrafları gönderdim. İbrahim'e de gönderdim. Bir süre sonra İbrahim fotoğrafları paylaşmış, şunları da yazmıştı.

“Malatya Arapgirliler Derneği Ankara'da toplantıda idik öğlen sıralarında.
Batırak yapmıştı ablalarımız.
Hekimhan ve Mezirme’nin yüz akı, emekli öğretmen, şair ve yazar Süleyman Özerol ağabeyimin davetlisiydim.
İlk defa Arapgir kültürüne şahit oldum.
Davul ve gırnata kültürü daha çok Elazığ çağrıştırdı
 Her şey çok renkli ve güzeldi...”

Evet...
Arapgir, Eğin ve Ağın...
Bu üçgende kültürel ortaklık neredeyse tamamen benzer. Erzincan’ın ilçesi Eğin ve Elazığ’ın ilçesi Ağın, Fırat'ın bu yanında olarak daha çok Malatya ile bağlantılı olan iki ilçesidir. Bu ilçelerin kültürel olarak Elâzığ’dan çok farklı yönleri vardır.
Arapgir, Eğin ve Ağın üçgeninde var olan pek çok sanat ve zanaatı, çeşitlilik ve zenginlik yönüyle başka yörelerde göremezsiniz.
Ben yalnızca Arapgir için şu üç konuyu anımsatayım;
- Bervanik
- Tahta Çivili Ayakkabı
- Manisa dokumacılığı
Diğerleri mi?
Araştırın artık…
Sonra, Arapkir değil Arapgir adını kullanmayı unutmayın…

15 Şubat 2020 Cumartesi

Kapılara, Dinozorlara Bineceğiz

Kapılara, Dinozorlara Bineceğiz

Süleyman ÖZEROL

Yapım çalışmalarına 27 Eylül 2002 tarihinde başlanan Kızılay-Çayyolu Metro Hattı bina ve inşaat çalışmaları üç aşamalı olup, toplam 16.590 metre hat ve 11 istasyondan oluşmaktadır. Bu hattın birinci aşaması Söğütözü (AŞTİ)-Ümitköy, ikinci aşaması Söğütözü-Necatibey, üçüncü aşaması da Kızılay-Çayyolu 2 arası inşaat tamamlama işleri olarak projelendirilmiştir.
Bina ve inşaat çalışmaları Nisan 2011 tarihine kadar kurumca Ankara BŞB) yürütülmüş olup, kalan işlerin tamamlanması için Ulaştırma Bakanlığına 25 Nisan 2011 tarihinde yapılan protokol ile devir edilmiştir. Bu hattın tamamlama çalışmaları için ilgili Bakanlıkça 13 Aralık 2011 tarihinde ihale ve 09 Şubat 2012 tarihinde sözleşmesi yapılarak çalışmalara başlanılmıştır. 13 Mart 2014 tarihinde hizmete açılmıştır.
27 Eylül 2002 tarihinde başlanmış olan bir inşaat 09 Şubat 2012 tarihine kadar Milli Eğitim Bakanlığı binasından öteye gitmeden duruyordu. Bundan sonra Ulaştırma Bakanlığı devralıp yapmaya başladı, 13 Mart 2014 tarihinde hizmete açıldı. Yani 11 yıl sonra, hem de bakanlığa devredilerek.
Keçiören metrosunun da durumu yaklaşık aynı…
Tandoğan-Keçiören arasında 10.582 metre hat ve 11 istasyon olarak projelendirilen hattın bina ve inşaat yapım çalışmal
arına 15 Temmuz 2003 tarihinde başlanmış, Keçiören-AKM istasyonları arasındaki 9.220 metre hat ve 9 istasyonu kapsayan kısmı 25 Nisan 2011 tarihinde yapılan protokolle Ulaştırma Bakanlığına devredilmiş. Bu hat için ilgili Bakanlıkça 13 Aralık 2011 tarihinde ihalesi, 02 Şubat 2012 tarihinde sözleşmesi yapılarak çalışmalara başlanılmış olup 05 Ocak 2017 tarihinde kurumca devir alınarak işletmeye alınmıştır.
Resmi sitelerden ve basın haberlerinden derleyerek aktardım.
On yıl Milli Eğitim Bakanlığı-Yargıtay önünde yerinde sayan bu işin ve diğer hattın sürmemesi sonucu doğan zararlar yetkililerden soruldu mu acaba?
Sanmıyorum… Sorulsaydı istifa ettirilmez, mahkemeye verilirdi…
Ve şimdi Ankara Büyükşehir Belediyesinin otobüs sorunu var. Büyükşehir Belediye başkanı Mansur Yavaş şunları söylüyor.
“Değerli hemşerilerim,
Ankara’nın toplu ulaşım sıkıntılarını çözmek amacıyla 300 adet yeni otobüs almayı planlıyoruz. Sayın cumhurbaşkanımızın “kredinizi dışarıdan bulun” ifadesine istinaden, yurt dışından Merkez Bankası faizinin yarısı oranında kredi bulduğumuzu ve konuyu belediye meclisine taşıdığımızı saygıyla duyurmak isterim.
Borçlanma talebimizin kabulüyle birlikte yeni otobüslerimizi en kısa sürede toplu ulaşıma kazandıracağımızın sözünü veriyorum.”
Otobüsler eskimiş, yolculuk tıka basa, kamu bankaları kredi vermiyor, “Kredinizi dışarıdan bulun” deniyor ve sonuç böyle…
Ankara’nın kapılarına, dinozorlarına bineceğiz yolculuk için…
(Malatya Söz, 28 Aralık 2019 )

12 Şubat 2020 Çarşamba

Ali Evladının Aşiretinin Yapısı

Ali Evladının Aşiretinin Yapısı

Süleyman ÖZEROL

Ballıkaya'da Şah İbrahim Veli Ocağı merkezi olan Karadirek, dördüncü yapılışı sürecinde her ne kadar 1986'da eski köy yerinde fotoğraflarını çekmiş olsam da doksanlı yıllarda inşaat taşları üzerinde bulunan mihrabın fotoğraf makinemi yanımda olmadığından çizimlerini yaptım. Hemen yanında bulunan delil takasının taşları ise kayboldu.
Ballıkaya oturduğum ev, kayınpederim Hüseyin Ercan’a ait olup bahçe duvarının batı yanında bulunan bacanın yanındaki taşın üzerinde iki dize (beyit) var. Bu taşın da başına bir iş gelir düşüncesiyle çok sayıda fotoğrafını çektim. Yakın zamanda da çektiğim fotoğraflarından birini okunması için Malatya Müze Müdürlüğünde Araştırmacı Antropolog Hüseyin Şahin’e gönderdim. Muhammed Emin Çimendağ Hocaya yazıyı okuttu.
Okunuşu:
“Daha iyi padişah Ali evladımız aşiretindendir bu (yapı)
Ta ezelden Ali ile yoğrulmuş dilindendir bu (yapı)”
Anlamı:
Allah'a duacıdır Ali evladının aşiretindendir bu (yapı)
Ezelden beridir Ali'nin sevgisi ve yolu ile yorulmuştur bu (yapı)
Kitabe hakkında yorum:
Kitabe üzerindeki 47 rakamı Yapı numarası ve 205 rakamı ise hicri tarih olup miladi 1790’dır
Bu taş her ne kadar ocak taşı olarak kullanılmış olsa da yıllardır Ballıkaya’da bulunan evde, bir köşede dikkati çekmeden durmuş, dolayısıyla okunmadığından ne yazıldığı da bilinmemiştir.
“Ali evladının aşireti”, “Ezelden Ali ile yorulmuş dil” bu kitabede dinsel bir özellik olduğunu göstermektedir. Ballıkaya'da bulunan Şah İbrahim Veli Ocağı dergâhı olan Karadirek tekkesi ile bağlantısı olduğunu düşünüyorum.
1936 yılında Hekimhan’dan gelen görevliler ve köy öğretmeni Sami Oktay’ın gözetiminde jandarmalarca yıkılan Karadirek Tekkesinin simgesi olan direğinin (Karadirek) köyün batı çıkışında bulunan Şırılak denen yerde yarılarak parçalandığı ve yakıldığı seksenli yıllarda yapmış olduğum derlemelerde kaynak kişilerce anlatıldı. Kaynak kişilerin ses kayıtları da elimde…
Karadirek, 1994 yılından itibaren dördüncü kez yeniden yapıldı.  Üçüncü kez yeniden yapıldığında, ‘Mescidi Şerif'in 3. İnşası-1-5-1957’yazılı kitabe halen eski yerleşim yerinde kapı üzerinde bulunmaktadır.
Acaba 1790 tarihli kitabe tekkenin ikinci yapılışı ile mi ilgilidir?
Elbette ki bu bir öngörü; ancak açıklamalar doğrultusunda ve var olan duruma göre doğruluk olasılığının da yüksek olduğunu düşünüyorum.
Her nerenin ya da neyin kitabesi olursa olsun bu taş, Ballıkaya’da Karadirek’teki mihrap ve 1890 yılında yapılmış olan Ağpuğar Çeşmesi ile birlikte tarihsel yapı özelliğini taşımaktadır.